Hoşgeldiniz Gifleri
BİRŞEYE AİT HERŞEYİ ÖĞRENİN HERŞEYE DAİR BİRŞEYLER BİLİN...
BİLGİ BİR IŞIK GİBİDİR ONU KULLANIRSANIZ DAHA PARLAK OLUR KULLANMAZSANIZ SÖNER...

Keşifler ve Buluşlar


(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/telefon.jpg

XIX. yüzyılın son çeyreğinde Morse telgrafı standart araçları, kuralları ve uzmanlarıyla tam örgütlenmiş bir kamu hizmeti durumuna gelmişti. Ve sayısız araştırmacılar daha da geliştirmek için harıl harıl çalışmaktaydılar. Çabaları özellikle iki yön izlemekteydi: En kısa zamanda masrafları karşılayacak azami hızı ulaşımda sağlamak; bir de Morse alfabesini bir yana bırakıp mesajları normal yazıyla alabilmek…

 

Birincisini duplex (çift taraflı haberleşme) tekniğiyle yani her iki yönden birden mesaj göndermek yoluyla sağladılar. Bu güzel iki kişinin eseri oldu: Wheatstone (1852) ve Amerikalı Stearns (1868). Ünlü Thomas Edison da bunu 1871′de guadruplex sistem haline soktu.

İkinci sorun için ilk çözüm bulan İngiliz Davit Hughes (1831-1900) oldu.1855′te alfabenin harflerine karşılık olan bir klavye teklif etti. Ama yine de en köklü çözüm yolunu basit bir telgraf teknisyeni olan Fransız Emile Baudot (1845-1903) gösterdi. 1874′te karma bir yol Hughes ile şirketinin kullandığı Morse makinelerinin birleştirilmesini teklif etti. Ve bunu gerçekleştirmeyi başardı. Böylece yazılı bir telgraf meydana getirmekle kalmadı, birkaç mesajı (5-6 taneyi) birden gönderme imkânını da sağlamış oldu.

 

Açıkgöz bir adam olan Baudot, icadının beratını almaya ve makinesini P.T.T.’ye kabul ettirmeyi başardı. Bunun kendisine paraca bir tatmin sağladığı söylenemezse de adının Morse’unki gibi gelecek kuşaklara bir cins isim olarak kaldığını görmek kıvancına erişti.

 

Telefon Baudot’nun ilk denenmesi sırasında icat edildi.

 

Bu icadın da uzun bir geçmişi olmuştur. İlkini, sicimi: telefonu (Hooke) bir yana bırakalım; 1782′de sesleri 800 m. uzağa götürmeyi deneyen Papaz Dom Gauthey’i de anıp geçtikten sonra, bu alanda ciddi ilk çalışmayı yapmış olan Amerikalı Charles Page’a (1812-1873) gelelim. Page yumuşak demir parçacıklarını hızla mıknatıslamak ve mıknatıslığını gidermek yoluyla sesleri almayı başarmıştı. Meslektaşı Cenevreli fizikçi Auguste de la Rive (1801-1873) bunu geliştirdi ve işi, telefonun gerçek ön-icatçısı olarak sayacağımız Alman fizikçi Philipp Reiss (1801-1873) ele aldı .

 

Reiss makinesi sesin titrediği bir zardı ve bu titremeler elektrik devresini kapatmaktaydı.

 

 


 

Reiss, uluslararası üne sahip bir bilgin değildi. Öyle ki, çalışmaları kendini aynı çalışmalara vermiş olan Amerikalı profesörün kulağına rastlantıyla çalındı. Bu bir diksiyon profesörünün oğlu olup 3 Mart 1847′de Edinburg’da doğan Graham Bell idi. Kendisi de babası gibi fonetikle konuşma mekanizması ve sağır dilsizlerle ilgilenmişti. Bu alandaki incelemeleri sırasında Holmholtz’un “İşitme Duyusu Açısından Müziğin Fizyolojik Teorisi” (1863) adlı eserinden, elektromıknatısın etkilediği bir diyapazon aracılığıyla nasıl sesler elde edilebileceği hakkında fikir edinmiş ve elektrik konusunda incelemeler yapmaya başlamıştı.

 

1872′de A.B.D.’ye göç eden ve Boston Üniversitesine ses fizyolojisi profesörü olarak atanan Bell, sağırlarla ilgili projelerini bir yana atmış değildi; hatta bir sağır kadınla evlenmişti. O kadar ki, 1875′te bir telgraf maniplesi aracılığıyla bir diyapazonu onlar için titreştirmişti. Günün birinde diyapazonun yerine mıknatıslı maden parçaları kullandı ve bunlardan birinin kuru bir ses çıkararak elektromıknatısa gidip yapıştığını gözlemledi. Ani bir esinlemeyle irkildi. Maden parçacıklarının yerine bir zar yerleştirdi ve zarı titreşimlerine göre direnci değişen bir elektrik devresine bağladı. Sonra telin öbür ucunda çalışmakta olan asistanına seslendi: “Bay Watson, gelin! size ihtiyacım var.” Watson şaşkın ve ürkek bir tavırla koşup geldi: Patronunun sesini telefondan duymuştu.

 

Bu olay 10 Mart 1876′da olmuştu. O zamanlar ilim adamları bu icadı Amerika’nın en olağanüstü buluşu olarak nitelemekteydiler, ama o haliyle çok olduğu da bir gerçekti. Bir elektrik jeneratörüyle çalışmıyordu. Elektrik akımını yaratan, vericideki manyetik alanın değişimleriydi ve bu telden geçerek alıcıdaki elektromıknatısı harekete getiriyordu. Bu durumda 10-12 metreyi aşamazdı. Aygıtı ilk geliştiren Edison oldu (1876). Vericiye bir pil bağlayarak gücünü artırdı. 1878′ de Hugnes mikrofon’u icat etti ve böylece zarların titreşimleri sonucu elde edilen sesleri büyük oranda yükseltmek mümkün oldu.

 

Böylesine olağanüstü bir buluş, sözgelişi, New York’ta iken Boston’daki arkadaşının sesini duymak görülmemiş bir heyecan yarattı; olaylara, kıskançlıklara, kinlere ve davalara konu oldu. ilk davayı açan Amerikalı değerli teknisyen Elisha Gray (1835-1901) idi. içine kapanık bir araştırmacı olan Gray telefonu Graham Bell’le aynı zamanda bulmuş, ama ne yazık ki beratını ondan iki saat sonra istemişti. Bu 120 dakikalık gecikme mahkemelerin, haklarını reddetmesi için yetti. Graham Bell’in, icadını telgraf şirketi Western Union’a teklif edip (1877) reddedilmesinden sonra kurulan Bell Telephone Şirketi aleyhine; sözde başka mucitler, geliştiriciler ve rakipler tarafından bir yığın davalar açılmaya başlanmış, bir yandan da berat meseleleri çevresinde tatsız didişmeler ve açgözlü çekişmeler almış yürümüştü.

 

Bütün davalar art arda gerçek mucidin lehine sona ermekteydi. Telefon da bir yandan durmadan yayılmakta, teller şehirlerden şehirlere uzanmaktaydı. 1880 yılında Amerika’nın 35 eyaleti telefon santralına kavuşmuş ve 70.000 abone kaydetmişti. Bell 4 Ağustos 1922′de Halifax’da öldüğünde A.B.D. ve Kanada’daki 17 milyon abonelik şebekede ulaşım bir dakika durduruldu.

 

1876′da telefonun icadı bunca hayranlık dolu bir şaşkınlık yarattıktan sonra fonografın etkisi ne oldu, bir gözünüzün önüne getirin. Oysa bu konu da ani olarak patlak vermemiş, çalışmalar az çok kulaktan kulağa duyulmuştu. Bilim adamları uzunca bir süreden beri uğraşmaktaydılar; hatta 1857′de yarı yola varmışlardı bile. O yıl mütevazı bir basın musahhihi olan Fransız Edouard-Leon Scott (1817-1879), gerçek bir kaydedici fonograf imal etti. Bu, altında bir silindirin döndüğü madeni bir sivri uç ve buna bağlı bir zardan oluşmuştu. Bu zarın önünde konuşulunca ya da şarkı söylenince sesler sivri madeni uç aracılığıyla silindirin üzerinde titreşimli izlet bırakıyordu.

 

Bu kaydetmenin tersinin olabileceği yani sivri ucu bu izlerden bir daha geçirmek yoluyla söz ya da müziği yeniden meydana getirmek bambaşka bir alandı elbet. Ve kolay kolay kimsenin aklına gelecek şey de değildi. Bunu ilk düşünen Charles Cros (1842-1888) adında bir Fransız oldu. Cros şair, mizahçı, hem de bilim adamıydı. Bir yandan şiirler yazıyor, bir yandan da teorik olarak renkli fotoğraf, gezegenlerarası ulaşım ve fonograf tasarlıyordu. Tasarıları gerçekleşti ve 1877′de Bilimler Akademisine, “paleophone” adını verdiği gerçekte bir fonograf olan bir aletin planını sundu.

 

Edison’un bu çalışmadan haberi oldu mu? Yoksa yalnızca bir rastlantı sonucu olarak mı bilmiyoruz; tıpatıp aynı ilkelere dayanan makinesi için berat istedi. Edison’u bu makinenin önünde çocukça bir şarkı olan “Mary had a little lamb -Mary’nin minik bir kuzusu var” şarkısını söylerken görenler, makinenin az sonra hımhım bir sesle bunu tekrarladığını duydular.

 

1878′in fonografı bir oyuncaktı, ama inanılmaz bir gelişme gösterdi ve günümüzün elektrofon ve mikrosiyon plaklarına bir yığın yeni buluş ve icatlara yol açtı…

Telgrafı
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/morse_telgrafi.jpg

1793′te Convention Meclisi, Claude Chappe’inkini resmen tanıdı diye öteki mucitlerin kabuklarına çekildiklerini ve kendilerini yenilmiş saydıklarını sanmamalıyız. Mucit her şeyden önce inançlı kişidir. Dehasına çılgın bir güven vardır ve hatta bir rakibin başarısı bile kendisinin yanlış yolda olduğuna inanması için yeterli değildir. Öyle ki, Chappe şebekesi kurulup işletilmeye başlandığı halde, optik telgrafın en iyi yol olmadığına, ses ve elektriğe dayanılarak daha verimli sonuçlar alınabileceğine inananlar, kanılarına uygun araştırmalarını sürdürmeye devam ettiler.

 

Özellikle elektrikli telgraf birçok muciti meşgul etmekteydi. Çünkü gece ve sisten etkilenmeyişi, düzenli kullanılmasını ve güvenilir bir araç olmasını sağlayacak bulunmaz bir nitelikti. Böyle düşünenlerin başında Georges Lesage (1724-1803) gelmekteydi. Meydana getirdiği her biri alfabenin bir harfini yollayan 24 tellik makineyi 1774′te denemeye koydu. Ucuna bağlanan bir elektrostatik makineyle elektriklenmiş olup öbür uçta bulunan ufak bir topu itmekteydi. Bu sistem değişik şekiller altında Fransa’da Lomond, Almanya’da Reiser, İspanya’da Bettancourt, sonra da Salva tarafından denendi.

 

Bunların iki ortak kusuru vardı: Önce, elektriklenmiş maddelerin itilmesi makinenin alıcı kısmında karışıklıklar çıkarmaktaydı, sonra daha da önemlisi, elektrostatik deşarj, pratik olmayan bir araçtı. Bu, 1800′de Volta pillerinin icadından sonra daha belirli olarak meydana çıktı. Bu pil, araştırmacıların emrine sürekli bir akım vermekteydi.

 

Bundan ilk yararlanmasını bilen Bavyeralı bilgin Soemmering oldu. Onun da makinesinde Lesage’inki gibi 24 hat vardı ve bunların her birinin karşı ucu bir voltametreye bağlı duruyordu. Gönderilen harfler, o harflere karşılık olan voltametrenin içinde meydana getirdiği baloncuklardan anlaşılıyordu. Makine henüz işe yarayamayacak ilkellikteydi ve kullanılır hale gelmesi için daha birçok icatların yapılmasını beklemek gerekti.

 

Bu buluşlar 1819 -1833 yılları arasında yapılan elektrodinamik konusundaki icatlardır. Bu alanda Oersted. Ampere ve Faraday gibi büyüklerin adları duyuldu. Bu kişilerin araştırma ve icatları sayesinde telgrafçılar elektro-mıknatıs gibi kımıldayan toplarla ya da pilde oynaşan baloncuklarla kıyaslanmayacak duyarlıkta bir araç elde ettiler. Mıknatıs konusunda araştırmalar da yapmakta olan büyük Matematikçi Gauss, Fizikçi Weber’le birlikte 1833′te Goetingen’de bu ilkeyle işleyen bir elektrikli telgraf istasyonu kurdu. Bu alıcı aynalı bir galvanometre olup mesajları yansıyan ışıklar şeklinde alıyordu. Bu ilkeyi Gauss ve Weber’le aynı zamanda başkaları da kullanmaktaydılar: Rusya’da Schilling, (1786-1837), İskoçya’da Ritchie ve Alexander…

 

Aynı ilkeye dayanan bu çalışmaların ayrı yerlerde ve aynı zamanda sürdürülmesi elektrikli telgrafın verilerinin birleştirilmiş ve kafalarda imgelenmiş olduğunu ispatlamaktadır. Bilim adamları gerekli öğeleri getirmişlerdi, iş teknisyenlerin hüner ve yaratıcılığına kalmıştı. Güçlü hayal ve hüner sahibi mucitler hemen hemen bütün büyük ülkelerde bulunduğundan telgrafla ilgili bir yığın projeler meydana getirilmekteydi.

 

İngiltere’de, Schilling’in deneylerini izlemiş olan Cooke adlı bir öğrenci Charles Wheatstone (1802-1875) adlı bir bilginin yardımıyla 1837′de kadranlı bir telgraf imal etti. Bunda harfler galvanometrenin beş iğnesiyle gösterilmekte ve bu iğneler vericinin maniplesine aynı sayıda telle bağlı bulunmaktaydı.

 

Almanya’da, Münih Üniversitesi fizikçisi Cari Steinheil (1801 -1870) pilin yerine iki yönde akım veren bir endüktör kullandı. Ve bu iki akımı bir elektromıknatısın üzerine uyguladı. Makine gerektiği gibi işletildiğinde, alıcıda elektromıknatısların karşıtlı sapmaları görülüyordu. Bunlara birer kalem bağlanıp önünde bir kâğıt şerit çevrildiğinde, kâğıda şekiller çizilmekte ve bunlar önceden tespit edilen kotlarla yorumlanabilmekteydi. 1837-1838 yıllarında Steinheil bunu bir millik uzaklıkta denedi. Cooke’unkine olan üstünlüğü tek telle işlemesiydi ve akımın dönüş teli de kaldırılmıştı. Mucit-bilgin toprağın dönüş iletkenliği görevini yapabileceğini bulmuştu.

 

Amerika’da telgrafçılık alanına atılan kişi bir öğrenci ya da bir bilim adamı değil, ünlü bir ressam oldu: Samuel Morse. 27 Nisan 1791′de dünyaya gelmişti. O da Fulton gibi sanata İngiltere’de ve Benjamin West’in desteğiyle atılmıştı. Yoksulluk ve türlü mutsuzluklarla geçen yıllardan sonra A.B.D.’nin resmi ressamı olmuştu. Tumturaklı ve usta fırçasıyla ülkesinin önemli tarihi olaylarını tuvale aktarmaktaydı. Bundan başka Washington, La Payette, Monroe gibi ünlü general ve siyaset adamlarının portrelerini yapmıştı. Öyle ki, 1829′da Fransa’ya geldiğinde bir ünlü kişi sıfatıyla akademi artistleri ve siyaset adamları tarafından karşılandı.

 

Bununla birlikte adını ölümsüzleştirecek olan hikâyesi, 3 yıl sonra Amerika’ya dönmek üzere bindiği Fransız gemisi Sully’de başladı. Orada, öğrenimini Fransa’da yapmış olup belki de hatıra diye ülkesine bir elektromıknatıs götürmekte olan vatandaşı genç kimyacı Charles Jackson ile tanıştı. Bu araç hakkında gemide yapılan tartışmalar Morse’un ilgisini çekti. Ancak, bir ressamdan beklenmeyecek kadar bu konulara yakınlığı olsa gerekti ki, geminin kaptanına gerçek bir kehanet diye niteleyebileceğimiz şu sözleri söylemişti:

 



“Kaptan, günün birinde telgraftan dünyanın harikalarından biri diye söz ettiklerini duyarsanız, onun 13 Kasım 1832′de Sully’de edildiğini hatırlayın.”

 

Havadan bir söz mü? Sanatçı düşleri mi? Bunları söyleyemeyiz. Çünkü 1837′de, İngiltere’de Cooke ve Wheatstone, Almanya’da Steinheil, kendi icatları olan telgrafların beratlarını alırlarken, New York’ta resim sanatı profesörü olan Morse da aynı formalitelerle meşguldü. Makinesi kısa bir süreden beri birçok ülkede kullanılanlara benzer bir mekanizmaya sahipti: Dokunulduğunda elektriklenip devreyi kapatan eksenli bir maniple, alıcıdaysa elektromıknatıs tarafından çekilen oynak bir armatür ve bunun bir kâğıt şeridi üzerinde bıraktığı izler… Çalışmalarına Mühendis Alfred Vail da katılmış ve mucite bazı çok yararlı bilgiler vermişti. Bunlardan en önemlisi bugün Morse dediğimiz alfabe konusuyla ilgili olanıdır.

 

Morse telgrafını dünyanın çok kısa bir sürede benimsediği ve fabrikatörlerin imal etmek için birbirleriyle yarışa başladıkları sanılmasın. Gerçekten, Cooke-Wheatstone ya da Steinheil’inkinden belli üstünlükleri yoktu. Kaldı ki bir ressamın, bilginlerin alanına burnunu sokmasını kimse hoş karşılamıyordu, İngiltere işi teknisyenliğe döküp zavallı Cooke’u uzaklaştırmış olan Wheatstone’dan başka kimseye güvenmeye niyetli görünmüyordu. Almanya da yalnız Steinheil’i tutmaktaydı, Fransa ise hâlâ Chappe’dan vazgeçmiyordu. Morse‘a da başkent başkent dolaşıp hükümetlere, icadıyla ilgilenmeleri için dil dökmek kalıyordu.

 

1848′de İngiltere’deki birçok demiryolu şirketi Wheatstone’un sistemini uygulamaya başlamıştı bile. Ve yalnız ulaşımda kullanmakla yetinmeyip halkın hizmetine de sunmuşlardı. Öte yandan Bavyera’da Steinheil, Prusya’da karmaşık ve güç bir sistem olan Siemens-Halske kullanılmaktaydı. Avusturya, Wheatstone’un bir değişik şekli olan Bain sistemini kabul etmiş. A.B.D.’deyse Morse, Senato’yu sonunda ikna edebilmiş ve Meclis, Washington-Baltimore arasında (64 km.) bir hat kurulması için 30.000 dolarlık kredi verilmesini kabul etmişti.

 

Bu kararın tarihi, deneyin de yapıldığı 24 Mayıs 1844′ tür. Morse, jüri ve davetlilerle birlikte Washington’da bulunuyordu. Vali ise Baltimore’daydı. Genç bir kız İncil’i açtı ve şu başlığı okudu: “Tanrı neyi yarattı?” Morse, Baltimore’a bu cümleyi iletti ve Vail derhal aynı şeyleri geri gönderdi. Karşılığın çabukluğu inançsızların duraksamalarını bir anda sildi ve Baltimore’dan bir ailenin, telgrafla akrabalarına sağlık haberini göndermesi üzerine taşkın heyecan gösterilerine dönüştü. Morse’un kaderi yeni bir şekil almıştı. Elbette, her büyük icattan sonra olduğu gibi aleyhine üst üste davalar açılacaktı, ama mucit başardığına ve zamanın kendi lehine çalışacağına emindi.

 

Morse’un karşılaşacağı en büyük güçlük, kendisinin de tahmin ettiği gibi, kurulmuş olan tesisleri yıkmaktı. Gerçekten uygar ülkelerin çoğunda telgraf bir süreden beridir işlemekteydi, öyle ki, büyük masraflarla meydana getirdikleri tesisleri, yeni bir makine için bozmaya hiç biri niyetli görünmüyordu.

 

Steinheil değerli bir bilgin olduğu kadar mert karakterli bir insandı. Rakibinin sistemine ilk katılan o oldu. Böylece Alman şebekesi Morse’la donatıldı ve 1850′de 2.400 km.’yi aştı. Hollanda şebekesi 1845′te ve Morse’un, Wheatstone’u güçlükle yendiği Belçika şebekesi de 1847′de açıldı. Aynı tarihte fizikçi ve siyaset adamı Carlo Matteuci (1811-1868) İtalya’yı önce kadranlı bir makineyle, sonra Morse’la bu devreye kattı. Onu 1850′de Rusya, 1852′de İsviçre, 1845′te İspanya izlediler.

 

Ya Fransa? Geleneksel Chappe’a sıkı sıkı sarılmış olan hükümet ve yöneticiler elektrikli telgrafın ateşli taraftarlarının şiddetli yermelerine inatla karşı koymaktaydılar, İngiltere’de Wheatstone’un, Bavyera’da Steinheil’in sistemleri güzel güzel işliyor, Amerika’da Morse’un New York-Baltimore hattının başarısının yarattığı heyecanın yankıları ta oradan duyuluyor ve Fransa durmuş, Chappe kulelerini geliştirmeye bakıyordu. Bu utanç verici gecikmeye şiddetle dikkati çeken Arago oldu. Bu konuda nasıl olduysa, demiryolundakinden daha sağduyulu bir davranışı benimsemişti. Böylece, 1844 yılında, Paris-Rouen arasına bir deneme hattı çekilmesi için 240.000 franklık bir kredi verilmesi kabul edildi ve işlerin yönetimine Mühendis Louis Breguet (1804-1883) atandı.

 

Bu ad, yüzyılın en ünlü saat ve Chappe araçları yapımcısı Abraham-Louis Breguet’den (1747-1823) ötürü saygıyla anılmaktaydı: Torunu Louis Breguet bu ünü hem pekiştirmiş, hem bilgin soyunun devamını sağlamıştı. Oğlu Antoine Breguet (1851 -1882) sanayi elektrikçilikte ün yapmış ve torunu Louis Breguet, havacılığının öncülerinden ve kahramanlarından biri olmuştur.

 

Paris-Rouen hattını kurmakla görevlendirilen Breguet’nin her şeyden önce çetin bir sorunu çözümlemesi gerekiyordu. Telgraf idaresi müdürü Alphonse Foy, servislerinin bu faaliyete yardımcı olmalarını ilke olarak kabul etmekle birlikte, kurulacak istasyonun, Chappe’ın işaretlerini vermesini şart koşuyordu. Breguet bu kalın kafalıyla mücadeleden yılmadı ve onu, iğneleri Chappe’ın hareketlerini tekrarlayan bir kadranlı makine göstererek kandırdı.

 

Paris-Rouen hattı yenilik taraftarlarını haklı çıkarttı. 1846′da yeni bir hattın (Paris-Lille) kurulmasına karar verilmesi, Fransa’nın da elektrikli telgraf çevresine katıldığına işaretti. Zaten Foy-Breguet sistemi sekiz yıl sonra değiştirildi ve Morse kabul edildi, öte yandan kadranlı Breguet telgrafı demiryolu şirketlerince yüzyılın sonlarına kadar kullanıldı.

 

A.B.D. telgraf telleriyle örülüyordu. Bunların uzunluğu 1855′te 45.000 km.’yi bulmuştu. İngiltere dışında Avrupa ve dünyanın çoğu ülkeleri Morse makineleriyle donanmıştı. Yaşlı mucit hayatının son yıllarında üne, huzura ve servete kavuşmuştu. Kendisine bir ata gibi saygı gösteriliyor, madalya ve onurlar veriliyor, akademiye seçiliyor, kendi heykel -anıtının açılış töreninde bulunuyordu. 2 Nisan 1872′de öldüğünde adı, bir özel ad olmaktan çıkmış, cins ‘isim’ olarak sözlüklere girmişti.

Buharlı Araba
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/buharli_araba.jpg

 

Böyle bir tasarı Newcomen’in makinesiyle bile hayalden öteye gidebilecek gibi değildi. Daha önce tanımını yaptığımız üç metre uzunluğunda ve sarkacı yedi metreye varan dev aracı bir gözümüzün önüne getirelim. Böylesine bir hantal makineyi bir arabaya, hatta bir gemiye yüklemeyi düşünmek düpedüz gülünçtü. Üstelik bir soğutma makinesi olduğuna göre araçta ayrıca tonlarla soğuk su bulundurulması gerektirmekteydi. Bu su, gemi için bir sorun değilse de bunca hantallığı bir kara taşıt aracında bir an düşünmek bile saçmaydı, öyle ki bu yolda ısrar edenlerin hepsinin acı hayal kırıklıklarına uğrayacakları kesindi.

 

Böyle olduğu halde, Fransız askeri mühendisi Joseph Cugnot (1725-1804), umutsuzluğa kapılmadı. Çok ufak tipte inşa ettiği bir Newcomen makinesini bir arabaya yükledi. Buharı sıvılaştırma işini hava ile gerçekleştirdi. Hantal sarkacın yerine bir dişli çark mandalı koydu. Tek ve büyük bir kazan yerine buharı sırayla alan iki ufak silindir yerleştirdi.

Makinesinin prototipi 1769′da tamamlandı. Bu üç tekerlekli bir yük arabası olup tek ön tekerlek hem itici hem de yön verici görevini yükleniyordu. Bu araç 1770′te denendi. Zamanında yazılmış bir anı bu aracı şöyle tanımlar:

 

“2.500 kg.’lık bir topu taşıyan hemen hemen aynı ağırlıktaki bu araç bir saatte 5/4 fersah yol aldı.”

 

Cugnot ne yazık ki buharlaşma yoluyla eksildikçe kazanın suyunu yenileyecek bir sistem kurmayı ihmal ettiğinden 15 dakikada bir durmak ve su ikmali yapıp kaynamasını beklemek gerekiyordu. Ciddi bir sakıncaydı bu. O kadar ki; başta aracı top taşıma işinde kullanmayı düşünen askeri mühendisler, bundan çabuk caydılar. Aradan otuz yıl geçti, bir yenilik getirilmeyen makine Napolyon’a teklif edildiğinde, o bite bu sakıncanın bir Watt makinesi sayesinde giderilebileceğini ve bunun gerçekleşmesi halinde eşsiz bir savaş aracı elde edebileceğini tahmin edemedi.

 

 



Cugnot’nun makinesinin sakıncaları ne kadar büyük olursa olsun bunların giderilemeyecek türden olmadığını ve makinenin kullanışlı hale getirilebileceğini yalnız iki kişi anladı: Bunlardan biri, daha önce de sözünü ettiğimiz William Murdock oldu. Cugnot’nun çalışmalarından haberi var mıydı, yok muydu, bilemiyoruz. Ancak, halen Birmingham Müzesinde bulunan onun tarafından yapılmış bir makine, buharlı araçlar üzerinde çalışmış olduğunu ispatlamaktadır.

 

Yüksek basınçlı kazan ve bir çift-etkili Watt makinesiyle hareket eden bu araç, 1784′ten 1792′ye kadar kusursuz işledi. Ama o tarihte ilk otomobil kazası da yapıldı. Araç sürücüsünün yönetiminden çıkıp zavallı bir yayaya tampon darbesi indirmiş, adamcağızı korkudan baygın düşürmüştü. Teknik engeli yenen ikinci kişi, yine daha önce sözünü ettiğimiz Oliver Evens’tir. Beygir gücüne ihtiyaç duyulmayan bir araba etmeyi 1786′da düşünmüş, ama çalışmalarına ancak 1800′de başlayabilmişti. Daha önce de buharlı bir deniz tarama gemisi inşa etmişti. Keşfettiği yüksek basıncı bir arabaya uygulayarak Philadelphia sokaklarında gezmeye başladı.

 

Ama 1795′te kendisine bir sermayedar ortak bulmak üzere Londra’ya temsilci gönderme gibi bir hataya düştü. Temsilci başarısızlıkla döndü ve elindeki belgeler Richard Trevithick adlı bir adamın eline geçti (1771-1833). Bu adam kuzeni Vivian ile birlikte, Evens’in makinesinden yararlanmayı bildi ve atölyelerinde onunkine çok benzeyen arabalar imal ederek piyasaya sürdü. Bu buharlı ilk otomobil, Camborne (Cornoualles) Plymouth arasındaki 120 km.’lik yolu, saatte yaklaşık olarak 16 km. hızla gitmeyi başardı. Kendi türünde en başarılı olan bu araç, Londra Sergisinde de gösterildi, ama hiç bir kapitalist ona sermaye bağlamaya cesaret edemedi.

 

Cugnot’dan beri bu hep böyle oluyordu; çünkü 1769′ dan bu yana artık gelişmiş olmakla birlikte buharlı makine kendini bir türlü kabul ettiremiyordu. Evens ve Trevithick’in makineleri gelişmiş araçlardı ve taşıma işlerinde başarıyla kullanılabilirdi. Ama nedense, hiç kimse parasını tehlikeye sokmak istemiyordu. Bu nedenle buharlı araba denemesi tam bir başarısızlıkla sona eren bir serüven oldu.

 

Başarısızlığı iki nedene bağlayabiliriz: O dönemde insanlar alıştıklarından başka türlü bir taşıma aracına pek ihtiyaç duymamakta; sonra bir taşıt aracının hayvandan başka bir itici güçle sürülebileceğini düşünememekteydiler. Böyle bir önyargının karşısında elbette ki, mucitlerin eserleri ne kadar güvenilir ve gelişmiş olursa olsun kendini kabul ettiremezdi.

 

Kaldı ki, o dönemin insanlarında çağdaşlarımıza benzer bir gelişme hevesi de yoktu. Bugün en kalın kafalı bile on yirmi ya da yüz yıl sonra bütün makinelerin en gelişmiş duruma ulaşacağından ve ulaşımın daha hızla yapılacağından kuşkusu yoktur. Trenden otomobile, otomobilden uçağa, uçaktan füzeye gelişme hızla gerçekleştirilmiş, geçmişteki bu gelişim ilerisi için bir garanti olmuştur. 2000 yılının tekniğinin 1970′inkinden kat kat üstün olmayacağını artık kimse aklının köşesinden geçiremez. Bunun tersine 1800 yıllarında sürekli gelişmeye olan inanç yaygın değildi çünkü, sınırlı bir lüksün dışında çoğunluk hep aynı şekilde yaşamışlardı. Bu durumun değişeceğini tahmin edemiyorlardı. Watt’ in makinesi fabrikaları işletmek; at, taşıtları çekmek ve rüzgâr da değirmeni döndürmek içindi.

 

Bu ruh tembelliği buharlı makinenin ulaşım araçlarına uygulanmasının elli yıl geciktirdi. Ocağı, kömür yığını ve koca. bacasıyla hantal görünümü karşısında onu ancak sabit bir, makine olarak düşünüyorlardı. Bu koca şeyin bir posta arabasına yüklenip onu çekmesi düşünülebilir miydi? Düzenli) bir hizmeti böylesine sevimsiz bir araca bırakmak ne maskaralıktı!





Kimyasal Gübre
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/kimyasal_gubre.jpg

Bununla birlikte XIX. yüzyılın ilk yarısında et özüyle yaşanabileceğine marnlamıyordu. Günümüzde bunca bollaşan konsantre çorbalar henüz çok enderdi. Temel besin ekmek ve halkın büyük çoğunluğu için tahıllardı. Ekmek yapımı da gelişmemişti. Makinelerle hamur yoğurma tekniği gittikçe yaygınlaşmaktaydı ve fırınlar genellikle odunla ısıtılmakla birlikte kömür de kullanılmaya başlanmıştı.

 

Buğday ekimine gelince hâlâ eski yöntemle sürdürülüyor ve bu tarım hâlâ bilgisizlik içinde yüzen köylülerin elinde bulunuyordu. Ama yine de Devrim’den bu yana toprak işçisinin hayat şartlarında bir gelişme olmuş, botanikçiler tarım işleriyle yakından ilgilenmeye başlamışlardı. XVIII. yüzyılda “iyi tarımcı” aranıyor, bilim adamları tarım üzerine makaleler yazıyor, kaliteli tohum ve verimli çalışma konuları ciddi şekilde ele alınıyordu.

 

Henri-Louis Duhamel du Monceau (1700-1782), buğdayı on yıldan fazla saklamanın yolunu bulmuş, ayrıca hayvanların beslenmesi ve ağaçların aşılanması konusunda incelemeler yapmıştı. Abbe Henri Alexandre Tessier (1741-1837), 1776′da buğday çeşitleri üzerinde denemelere girişmişti. 1800′den sonra Alman tarım bilgini Albrecht Taer (1752-1828), tarım tekniğini modernleştirmeye çalışmış. İsviçreli Theodore de Saussure (1767-1845), bitkilerde solunum ve beslenme mekanizmasını aydınlatmıştı. Fransız Jean-Baptist Boussingault (1802-1887), toprağın beslenmesi ve gübrelerin rolü üzerinde çalıştı. Böylece bilim, tarım konusuna da eğilerek onu başlı başına bir bilim dalı haline soktu. Fransa’da ilk tarım okulu 1822′de Nancy’de kuruldu. Bunu 1827′de Grignon’daki okul izledi. 1830′da bir Tarım Bakanlığı ve 1848′de Tarım Enstitüsü kuruldu.

 

Ancak, bu takdirde değer çabalara rağmen, tarım konusunda ağır bir gelişme göze çarpmaktaydı. Köylüler atalarından kalma bilgilerinden şaşmıyorlardı. Elde ettiklerini iyi fiyatla satmaya bakıyor ve gerisini umursanıyorlardı, İngiltere dışında, öteki ülkelerde yenilik çıkaranlara kuşkulu gözlerle bakılmaktaydı. Yaşayışlarındaki yalınlık, kalın kafalılıklarının aynasıydı sanki.

 

Daha önce anlattığımız gibi, İngiltere toprağı dinlendirme yöntemim kaldırarak bir “tarım devrimi” yapmayı başarmıştı. Bu yenilik özellikle 1840′larda Kara Avrupası’na yayıldı. Böylece toprak yalnız tahıl vermekle kalmayıp hayvan yemi de verdiğinden davarlar ve bunun sonunda da gübre çoğalmıştı. İngilizler bu durumdan yararlanıp hayvan türlerini geliştirmişler, bilinçli çiftleştirmelerle en iyi yünü veren koyun, en iyi eti sağlayan sığır türleri üretip yetiştirmişlerdi.

 

 


 

Toprağın ekiminde iki, üç, dört yıllık bir almaşık yöntem, o ezeli kıtlık korkusuna son vermiş, aynı zamanda kolza, şeker pancarı, şerbetçiotu gibi sınai bitkilerinin ekimine ve bostancılığa da hız vermişti. Bu arada saban yavaş yavaş yerini pulluğa bırakıyordu. Böylece toprak daha derin kazılmaya, gübrelenmeye, kireçten yoksun topraklara kireç verilmeye başlanmıştı.

 

Gübrelemek ve kireçlemek toprağı fizik ve kimyasal yönden geliştirmenin tek yöntemi olarak bilinmekteydi. Tarımcılığın başlamasında o güne kadar bilinen tek gübre türü hayvansaldı. Buna ara sıra bazı deniz yosunlarını da eklerlerdi. Bu sırada Thiersli köylülerin ilginç bir gözlemi oldu: Yakınlarında bulunan bıçak sapı fabrikasının, kemik artıklarını tarlalara döktüklerinden iyi ürün aldıkları dikkatlerini çekti. Bu gözlemin söylentileri kulaktan kulağa yayıldı ve kemiklerin gübre olarak kullanılması yaygınlaştı. Açıkgözler kemikleri toplayıp değirmenden geçirmeye ve tarımcılara satmaya koyuldular. Tüketim çoğalınca insan kemiklerine de dadandılar ve Napolyon’un savaş alanları temizlenmeye başlandı.

 

Kemik nasıl bir oluşumla tarlaların verimini artırmaktaydı? Bu soru Liebig’in kafasını kurcaladı ve Giessen’deki laboratuvarında bitkilerin beslenmeleri üzerine araştırmalar yapmaya koyuldu. 1840′da şöyle bir gözleme vardı: beslenmeleri için gerekli olan karbonu havadan, fosfor ve potasyumu topraktan alıyorlardı. Öyleyse toprağın verimliliği bu maddelerin ne oranda bulunduğuna bağlıydı. Kemiklerde fosfat bulunduğundan, bu oluşum açıktı.

 

Liebig, köklerin fosfatı daha iyi emebilmeleri için kemiklerin sülfürik asitle işlenmesini salık verdi. Bu öğüdü John Lawes adlı bir İngiliz (1414-1900) değerlendirdi. Rothamsted’deki (Hertfortshire) malikânesinde daha önce de bitkiler üzerinde araştırmalar yapmıştı. Liebig’le işbirliği kurarak kemik toplama işine girişti ve evini fabrika durumuna soktu. Buldukları kemikleri burada işleyerek süperfosfat adiyle piyasaya sürdüler (1843).

 

Lawes iyi bir sanayiciydi. Büyük bir servet yaptı ve tarımcıları da zengin etti. Aynı zamanda bilim adamı olduğundan, bir deneme merkezi haline gelen fabrikasında deneylerini sürdürmekteydi. Çalışmalarının sonunda, bitkilerin azotu havadan değil de topraktan aldıklarını ortaya koydu, önemli olan bu buluş tarımsal kimyaya yeni bir alan açmıştı. Bunun üzerine Şili’den nitratlar ve Peru’dan guano (kuş gübresi) ithal edilmeye başlandı.

 

Liebig, bitkilerin beslenmesinde potasyumun rolünü açıklamıştı. Bu besin Şili nitratlarında bulunmaktaydı. XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Stassfurt’da (Almanya) dünyanın en zengin potasyum yatakları ortaya çıkarıldı. Böylece 1860 dolaylarında kimyacılar toprağa ihtiyacı olan fosfor, azot ve potasyumu istenen oranda verebildiler. Verim büyük çapta artmış ve o ezeli kıtlık korkusu tarihe karışmıştı. Rothamsted Deney İstasyonuna göre, 1771′de hektar başına alman ürün 21 hektolitre iken, 1885-1894 arasında 25.7′ye yükselmişti.

 

Öte yandan, ekim tarzı da gelişmişti. Makineleşmenin sanayiye getirdiği baş döndürücü ilerleme herkesin gözü önündeydi. ‘Azami’ üretim için bunun şart olduğunu artık herkes takdir ediyordu. Çünkü makine insandan daha çabuk iş görmekle kalmamakta, üretime insan elinin aciz olduğu bir düzen ve standardizasyon getirmekteydi.

 

Makineleşmeyi tarıma sokmak, denenmeye değer bir şey olarak görülmeye başlanmıştı. Toprağı kazan, eken, sürgü çeken, biçen, döven bir makine, o güne kadar saçma olarak düşünülmüştü, ama neden olmasındı? Galyalılar bir tür biçki makinesi kullanmışlardı: Öküzlerin çektiği bir arabanın altında bulunan dişliler buğdayı kapıp kesmekteydi. Ne var ki, bu makine tutulmamış, çarçabuk unutulup gitmişti. Çünkü tarımda makineleşme, ancak el emeğinin kıt olması durumunda yararlıdır.

 

Sezar’ın zamanında el emeğinin kıt olması diye bir şey söz konusu değildi. Bu ihtiyaç gerçekten ancak XVIII. yüzyılın sonlarında duyulmaya başlandı. O dönemde Sanayi Devrimi İngiliz köylülerini şehirlere çekmekteydi. Yüzlerce hektarlık toprakların sahipleri bu durumda modern tekniğe başvurmak zorunluluğunu duydular. Küçük toprak sahipleriyse topraklarını satıp şehirlere, fabrikalarda işçi olarak çalışmaya gidiyorlardı. El emeği kıtlığı tehlikeli bir durum almaya başlamıştı. Zengin tarımcıların projeleri altüst olacağa benzerdi. Buğdayı makineler aracılığıyla biçme imkânı bulunmaz mıydı?

 

Royal Society, sorunu yarışmaya koydu (1780). Binlerce ve çoğu hayali cevaplar geldi, öyle ki, XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar şöyle elle tutulur bir çözüm şekli ileri süren olmadı. Ta 1828′e, Patrick Bell’in “biçer”ine kadar. Bu araçla, ekinler gel-git hareketine uyan bir bıçakla kesilip kenara atılmaktaydı.

 

Aynı tarihlerde makineleşme sorunu Amerika’da ciddi bir durum almıştı. Bu ülkede el emeği kıtlığı yoktu, ama topraklar el emeğiyle ekilmeyecek kadar büyüktü. Louisiana’yı ve daha birçok devletleri de içine alarak genişlemiş olan Amerika Birleşik Devletleri’nde çiftliklerden her biri Belçika büyüklüğündeydi ve esir tüccarları harıl harıl zenci köle taşıdıkları halde, bunlar uçsuz bucaksız topraklarda kayboluyorlardı. Bu durumda, makineleşme çok ciddi bir sorun olarak karşılarına çıkmaktaydı.

 

Sorunu, Virginialı bir çiftçinin oğlu, Cyrus McCormick çözümledi (1809-1884). Babasının tarlalarına iki beygirle çekilen garip bir makine getirdi. Bir kayış aracılığıyla tekerlekler bir bıçkıyı harekete geçiriyorlardı. Bu araç buğdayları biçiyor ve özel bir bölmeden geçirip yana atıyordu. Tarlaların ne büyük bir hızla ve ne kadar düzgün tarandığını görenler şaşırıp kaldılar. Bunun üzerine McCormick sanayici oldu ve 1839′dan başlayarak makinelerini satmaya başladı.

 

1851 Londra Sergisi tarımsal makineleşmenin zaferini ilân etti. Birçok tip biçer makine sergilenmişti. Ama McCormick’inkinin bunların en gelişmişi olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Biçki makinelerinin yanı sıra mekanik ekerler, döverler ve birkaç demirli mekanik saban da sergilenmişti.

 

1868′de Rus Andrey Vlassenko’nun “biçerdöver”! ortaya çıktı ve aynı yıllarda ilk buharlı döverler de işlemeye başladı.



(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/balon.jpg

Buhar sorununu bilimsel yönden geliştirmesinden ötürü Watt, bu devrimlerin kaynağı sayılmalıdır. Ondan önce Newcomen’in makinesi ağır ve zor ilerliyor, teknik yerinde sayıyordu. Watt’ın aracılığıyla bilimin işi ele alması üzerine bu yavaş gidişte birden bir canlanma görüldü. Tekniğin ilerleyişi bir devrim niteliğini aldı, olayların akışı büyük bir hız kazandı. Bilim, insanlık tarihinde üçüncü defa müdahalede bulunuyordu, ama bu müdahalesi, toplumda bundan böyle büyük bir rol oynayacağını kanıtlayacak nitelikteydi.

 

Şimdilik bütün rolü, yalnızca edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla karşılaşılacağı anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı dallarda tekniğin kendisinden önce davranmasına meydan vermeyecek kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün daha elverişli ve hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti. Söz hakkı, usta teknisyenlerin değil, bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen bilim adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda, ilerlemiş bulunduğuna göre, en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti.

 

Bu döneme kadar “gaz teorisi”ni kuranlar fizikçiler olmuştu; yani gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde durulmuştu. XVII. yüzyılın ortalarına doğru kimyacılar da bu konuya ilgi göstermeye başladılar, o güne kadar yalnız bir tür “hava” var sanılıyordu; o da soluk aldığımız hava; Fransa’da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere’de Cavendish ve Priestley; İsveç’te Scheele; Rusya’da Lomonosov genel olarak kullanılan “hava” teriminin birçok gazları kapsadığını kanıtladılar; 1772′de Priesley, bu konuda yazdığı bir eserinde gazların bir dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır: “ateş havası” (oksijeni kastediyordu.) “sabit hava” (karbonik gaz), “güherçileli hava” (azot bioksidi), “yanar hava” (hidrojen), “flogistikli hava” (azot) vb. Ayrıca bunların yanarlığı, yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; “sabit hava”nın deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz, “yanar hava”nın hafif ve uçucu olduğunu anlatıyordu.

 

Briestley’in keşiflerinin yarattığı heyecana kapılanlar arasında Etienne Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız da vardı. Tanınmış bir kâğıt fabrikatörünün oğlu olan Montgolfier, Soufflot ile birlikte Paris’te mimarlık öğrenimi gördükten sonra babasının fabrikasında çalışmak üzere ülkesine dönmüştü. Fransa’da bilimsel zekâsını kullanmak, yeni yöntemler keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını buldu.

 

Deneylere güvenen, zeki, metotlu ve sakin bir insandı. Bu kişiliğiyle de ağabeyi Joseph’in tam karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve parlak bir zekâya sahip olan Joseph (1740-1810), hayalci, iradeli ve ateşli bir gençti. Aslında bu iki zıt yaradılış birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir fikir ortaya attı mı, Etienne onu hemen dengeler, yoluna koyar ve uygulardı. Vivarais dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak, “suni bulut” meydana getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu düşlemek ancak Joseph gibi birinin aklına gelebilirdi. Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler… Buna bir Etienne gülmemişti; çünkü Priestley’in kitabında “havadan daha hafif ve daha ağır ofan gazlar” olduğunu okumuştu. Bunlardan biri, bir zarfa doldurulabilse havada yükselemez miydi?

 

Bu zarfın atmosferde, hiç değilse kendi yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya kadar yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen deneylere girişerek kağıttan bir kese yaptı, bunu demir parçaları üzerine sülfirik asit dökerek elde ettiği “yanar hava”yla (hidrojen) doldurdu. Kesekâğıdı bir süre uçtuktan sonra düştü. Gaz çok inceydi, kâğıttan geçip havaya karışmıştı. Daha elverişli bir gaz bulmak gerekliydi.

 

İki kardeş, bu defa nemli samanla yün yaktılar, çıkan gazla doldurulan kese tavana kadar yükseldi. Bu yükselişin nedeni, o günlerde sanıldığı gibi, saman-yün karışımının kimyasal bir özelliğinden ileri gelmiyordu. Isınan havanın daha hafif olduğunu İsviçreli fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o yıllarda kanıtladı.

 

Bu olaylar sırasında, iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre küplük bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca uçtuğunu ve tavana gidip yapıştığını gördüler. Bu deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir zarf imal etmeye koyuldular. Bu defa, deneylerini açık havada yaptılar. “Balon,” kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı ve 300 metreye yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler kendilerini var güçleriyle çalışmalarına verdiler. Hemen 11.50 metre çapında, 750 metre küp hacminde yeni bir balon imal ettiler. Bu balon ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla astarlanmıştı. 215 kilo geliyor, ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının daha geniş yankılar yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için deneylerini Vivarais Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783′te uygulamaya karar verdiler.

 

O gün bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada içi boş şekilsiz bir balon durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden biri, resmi kişilere doğru ilerledi. “Sayın meclis üyeleri, bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az sonra göklere yükseldiğini göreceksiniz,” dedi. Kesenin altında samanla yün yaktılar. Seyirciler, kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz bir küre biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi zor zaptediyordu; derken ansızın bıraktılar! Kalabalığın soluğu kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre kadar gittikten sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir bağa ağır ağır düştü.

 

Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada büyük bir heyecan yarattı. Ezeli düş gerçek olmuş, ağırlık yenilmiş, insan dehası göklerin egemenliğini ele alarak bulutlarla, kuşlarla boy ölçüşür duruma gelmişti. Bilimler Akademisi, böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi. Deneyin masraflarını yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier kardeşleri Paris’e çağırdı; bir yandan da uzmanları deneyin ayrıntılarını hazırlamakla görevlendirdi.

 

Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı; yapımcı Anne-Jean Robert (1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış Fizikçi Jacques Charles (1746-1823) de girişimin bilimsel yönetimine atandı.

 

Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan Jacques Charles yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim adamıydı. “Uçan bir makine” meydana getirme işiyle görevlendirildiğinde, bilimsel bir ruhla işe koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki, Robert’in “Mariot Kanunu”ndan haberi olmadığından kusursuz bir küre biçimi vermek için balonu iyice doldurdu. 27 Ağustos 1783′te, Paris halkının yarısının toplandığı Champ-de-Mars’da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle havalanan balon, bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu. İnsan zekâsının bu ‘mucize’si karşısında kalabalık bağırıyor, haykırıyor, kucaklaşıyor, ağlaşıyordu. ne var ki, balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş, patlamış ve Paris’ ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü.

 

Bu sırada Etienne Montgolfier de, Paris’e gelmiş ve “Montgolfiere” imal etmeye başlamıştı. Bu yine küre biçiminde, altın renkli işlemelerle süslü mavi bir balondu. Altına bir kafes asarak içine bir koyun, bir horoz, bir de kaz koydukları balonu Versay sarayında kral, kraliçe ve saray mensupları önünde salıvermeye karar verdiler. Kararlaştırılan zamandan üç saat önce, sarayın parkları ve civar sokaklar görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu.

 

Saat ikide halatlar kesildi ve balon ‘yolcularını’ alarak havalanmaya başladı. On dakika sonra da Vaucresson koruluğuna indi. Herkes hayvanların yolculuğu nasıl geçirdiklerini öğrenmek için oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de Rozier, kafesi açınca hayvanlar sağ salim dışarıya fırladılar. Böylece atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için solunuma elverişsiz olmadığı da kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem gözü pek bir insan olan Pilatre’i çok heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni egemenlik alanının kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına gönlü razı gelmiyordu. Bu yeni dünyayı insan keşfe çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı.

 

Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil, aynı zamanda bir bilim adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine, 20 metre yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon imal etmeye koyuldular. Sıcak havanın girdiği alt deliğin ağzına sorgun ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı meydana getirecek olan saman yığınını buraya doldurdular. Deney günü yaklaştıkça sorumlu kişileri bir korkudur alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir tehlikeye atmasına izin verilecek miydi? XVI. Louis, “Kurban olarak insan verilmek isteniyorsa, ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe!” diye emretti. Pilatre bundan gocundu, “Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi vereceğiz? Hayır, asla bu olmayacak,” diyerek dostlarından D’Arlandes Marki’si François-Laurent’ı kralı ikna etmeye gönderdi.

 

Deney günü saat 13′te balon gözü pek yolcusunu ve ona katılan D’Arlandes’i de alarak Muette bahçesinden havalandı. Balon ve yolcular 1.000 metre yükseklikten Paris’in üstünde dolaştılar. Sokaklar, balkonlar, hatta damlar insan almıyordu. Balon Butte-aux-Cailles’a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular, yer çekiminin bin yıllık zincirlerini kıran yiğit şövalyelere yaraşır bir zafer alayını artlarına takıp başkente döndüler.

 

 


 

GÜDÜMLÜ BALONLARIN KISA SALTANATI

Patlamalı motorlar ve havalı lastikler, mekanik -uygarlığın iki temel icadı olmuştu. Yöremize bir göz gezdirmek bu iki icada neler borçlu olduğumuzu anlamaya yeter. Özel arabamızdan traktöre, motosikletten otobüs ve sanayi motorlarına kadar her şey bunlara dayanmaktadır. Şimdi bunlara bir de uçağı eklemek gerekir.

 

Ikarus’un şairane hayalini gerçekleştiren işte bu patlamalı motor ve havalı tekerlek oldu. Ne var ki bu, sayısız bilim adamlarının uzun ve inatçı çalışmalarına, Lalande gibi bazı bilginlerin, saçma şeylerle uğraşıyor denilip alaya alınmalarına, hatta bazılarının hayatına mal oldu. Bununla birlikte, kabul etmeliyiz ki, bazı çılgınların imal ettikleri ilkel araçlarla kuşlar örneği uçacaklarını ileri sürmeleri karşısında, kuşku ve inansızlık gösterenler, bütünüyle haksız değillerdi. Gerçi Lalande’ın zamanında aerodinamik bilimi mevcut değildi, ama bu girişimlerin iyi bir sonuca ulaşamayacağını anlamak için statiğin belli başlı kanunlarını bilmek yeterliydi.

 

Hareketli kanatlar takıp uçacağını öne süren cüretli mucit cahil kişi olsa gerekti; çünkü o kanatlarla üstüne dayanacağı havanın direnciyle kendi öz ağırlığını oranlamayı bile bilmiyordu, insanın kuş olmadığını, bunun sonucu olarak onlar gibi kanatları idare edecek kadar güçlü karın kaslarına sahip bulunmadığını da unutuyordu. Zaten XIX. yüzyılda girişilen bütün “uçan adam” deneyleri halkın kayıtsızlığıyla karşılaşmıştı. Halkın aklı ancak “havadan daha hafif”e erebiliyordu. Böylesi, yolcusunu kazasız belâsız taşıyabilecek tek hava aracıdır, deniyordu. Gerçi balon güdümlü bir araç değildi ve ilerlemek için rüzgârın sürüklemesine uymak gerekiyordu, ama günün birinde bunun da çaresinin bulunacağına herkes inanıyordu.

 

Güdümlü balon karşılarına yine o bildik “havadan daha hafif” sorununu çıkartmaktaydı. Çünkü güdüm ancak motorla olabilirdi. Bu durumda motor hem çok hafif, hem de dümeni ve pervaneyi çevireceğinden aynı zamanda güçlü olmalıydı. Görülüyor ki, güdümlü balon, sadece buharlı makinenin tanındığı bir dönemde gerçekleşebilecek bir tasan değildi. Sözgelişi Giffard’ın, 1852′de kendi balonuna taktığı buharlı makine 450 kilo ağırlığında ve olup olacağı 3 beygirgücündeydi. Üç beygir de etkili bir güdüm sağlayabilecek bir güç değildir.

 

Elektrik motorlarının icadı araştırmalara yeni bir yön kazandırdı ve mucitlerin hevesini körükledi. 1883′te Gaston ve Albert Tissandier kardeşler elips biçiminde ve 28 m. uzunluğunda bir balon imal ettiler. Buna, pillerle beslenen bir Siemens elektrik motoruyla döndürülen bir pervane de eklediler. Bütün bunların toplam ağırlığı 300 kiloyu bulmuştu ve bir buçuk beygirlik gücü vardı. Öyle ki bu girişimde de gerekli güdümün elde edilmesi mümkün değildi.

 

Balonlara güdümlülük verme fikri yavaş yavaş bir efsane olarak görünmeye başlamıştı ki, 1884′te Charles Renard (1847-1905) yaptığı deneyle bunun aksini kanıtlayabildi. Bu havacı 8 beygirgücünde ve 564 kilo gelen bir elektrikli motor koymayı başardı. La France adını verdiği 50 metrelik balonuyla 7.600 km.’lik bir uzaklığı gidip döndü. Deney ispatlayıcıydı ama olağanüstü bir başarı ve gelecek vaat etmeyen bir gösteri gibi görünüyordu. Gerçi motorun gücünü artırabilirlerdi ama güçle birlikte ağırlık da artıyordu.

 

Patlamalı motorların yaygınlaşması ve gelişmesi yeni ufuklar açtı. 1897′de Alman Woelfert balona, bir Daimler motoru yükledi. Deutschland adını verdiği bu balon 28 m. uzunluğundaydı ve iki pervaneliydi. Ama ne yazık ki havacı, bu hacimdeki bir hidrojen balonunun içinde alev saçan bir patlamalı motor oturtmanın barutla ateşi bir arada bulundurmak demek olduğunu düşünememişti. Öyle ki 14 Haziranda yaptığı deneme faciayla sona erdi.

 

Balonla patlamalı motoru bağdaştırmayı ilk başaran ünlü Brezilyalı Alberto Santos-Dumont (1873-1932) oldu. Ve 19 Ekim 1901′de “Deutsch” armağanını kazandı. Bu armağanın, Sint-Cloud’dan hareket edip Eyfel’in çevresini dönecek ve hareket noktasına inecek ilk balona verilmesi kararlaştırılmıştı. Santos-Dumont’un balona nasıl hâkim olduğunu görenler şaşmış ve hayran olmuşlardı. Balonda güdüm savaşı kazanılmıştı. Henüz uçak sözü edilmediği ve Ader’in ordunun anlayışsızlığını görüp kabuğuna çekildiği bu dönemde meydan güdümlü balonundu.

 

Fransa’da ve Almanya’da mucitler ve halk heyecan içindeydi. Cüretli zenginler yarışırcasına mucitleri kışkırtıyorlardı. Zengin Fransız sanayicisi Paul Lebaudy (1858 -1937), 1902′den başlayarak bir seri güdümlü balon yapılması için bir servet harcadı, ama bunların çoğu facialarla son buldu, içlerinde en şanslı olan, Mühendis Julliot’nun yapısı Liberte (1909), 63 m. uzunluğunda 12.50 m. çapındaydı ve 120 beygirlik bir motor ona 40 km.’lik hız vermekteydi.

 

Almanya’da bu işlerin başında Graf von Zeppelin bulunmaktaydı (1838-1917). Sarsılmaz bir inançla çalışmakta t)tan bu kişiyi halk heyecanıyla ve imparator da lütuflarıyla desteklemekteydiler. Birçok acı tecrübeler geçirdiği ve facialara tanık olduğu halde, bu manevi desteklemeler sayesinde umutsuzluğa düşmedi ve gerçekten dev bir hava filosu meydana getirmeyi başardı. “Zeplinler kafes şeklindeki demir iskeleti! dev iğler olup taşıdıkları hidrojen balonları sayesinde havalanmaktaydılar, ilkinin boyu 128 m. ve hacmi 11.000 metre küptü (1900). Ve iki tane 16 beygirlik motorla işlemekteydi. Sonuncusu (1936) Avrupa ile Amerika arasında ticari bir havacılık hattında çalışıyordu: bunun hacmi 105.000 metre küptü ve motoru da 2.650 beygirgücündeydi. Salonu, yemekhanesi konforlu ve fresklerle süslüydü; ayrıca bir sigara salonuna, duş odasına da sahip olan bu güdümlü balon 50 yolcu taşımaktaydı.

 

Zeplinler dev araçlardı; sonuncusunun boyu 200 m.’yi buluyordu. Fakat o oranda da tehlikeliydiler; çünkü taşıdıkları hidrojen faciaya sebep olmak için bir kıvılcım bekliyordu. Eninde sonunda güdümlü balon yok olmaya mahkûmdu.

 

1914′ten başlayarak Graf von Zeppelin, 148 m. uzunluğunda ve 600 beygirgücünde bir motorla işleyecek olanı “Zeppelin IV”ün montajıyla uğraşıyorken uçak deneme safhasından çıkmış, askeri ve sivil alanda parlak bir geleceğe doğru uçmaya başlamıştı bile.

 

HAVACILIĞIN BEŞİĞİ

Balon, XX. yüzyılın başında en mükemmel durumuna geliyor ve bir yığın mucit güdümlüsünü de imal edebileceklerini ileri sürüyorlarken, “havadan daha ağır” olan bir şeyin ardından koşanlar bulunduğuna herkes şaşıyordu.

 

Oysa böyle düşünenler yanılıyorlardı; çünkü tabiatta balona benzeyen bir örneğin bulunmamasına karşılık kuşlar, “havadan daha ağır”ın tipik örnekleriydi. Uçurtma çoktan beri biliniyordu. İnsanı taşıyabilmesi için daha büyüğünü imal etmek yeterdi. Bir yığın araştırmacı işte bu mantığı yürütüyor ve bu uğurda kurbanlar veriyorlardı, insan kaslarının uçmak için yeterli güçte olmadığını çabuk anladıklarından tek umutları motora kalmıştı.

 

Sorunu bilimsel olarak ilk inceleyen İngiliz George Cayley (1773-1857) oldu; hatta vatandaşı William Samuel Henson 1842′de elli metre boyunda tek kanatlı bir uçak bile imal etti. Ama uçuramadı, çünkü ağırlık ve güç sorunu henüz çözümlenmemişti; buharlı makineyle çözümlenecek gibi değildi. Öyle ki, yapılacak bütün denemelerin boşa gitmesi kaçınılmaz bir sonuçtu. Gerçekten de 1895′te İngiliz mühendisi Hiram Maxim (1840-1916) ve büyük Amerikalı fizikçi Samuel Langley’in (1834-1906) 1903′teki denemeleri başarısızlıkla sona erdi.

 

Buharlı uçan makineyi uçurmayı başaran tek mucit Fransız Clement Ader (1890 ve 1897) oldu. Balonun aracılığı olmaksızın göğe yükselebilen ilk insanın Ader (1841-1925), P.T.T.’de mühendisken mucitlik hevesiyle işinden çıkmıştı. Başarılı oldu ve epey de para kazandı. O zaman kendini rahatça, “havadan daha ağır” sorununu incelemeye verdi. Yaklaşık bir milyon frank harcadı, ama amacına da ulaştı. 9 Ekim 1890′da, pervanesi 20 beygirgücündeki bir makineyle dönen ve ağırlığı beygir başına 15 kg. olan aracı yerden kalktı.

 

Yedi yıl sonraki başarısı yerden kalkmakla da kalmadı; bir hamle yaparak 300 m. uçtu. Bu başarıyı gerçekleştirdiği aracı; birer ufak buhar makinesiyle dönen, iki pervaneli ve 16 metre boyunda koca bir yarasaydı. Ader makinenin kendisini alıp götürdüğünü, aşağıda yerin hızla gömüldüğünü ve rüzgârın gücüyle, hazırlanan pistin dışına sürüklendiğini görünce soğukkanlılığını kaybetti. Motoru durdurarak kendini inişe koyuverdi. Anlayışla karşılanması gereken böyle bir telâş, buna rağmen aleyhine oldu; çünkü deneyde hazır bulunan Savunma Bakanlığı delegeleri denemeyi yeterli bir başarı saymadılar ve bakanlığın desteğini reddettiler. Çaresiz ve umutsuz kalan Ader havacılığın dikenli yollarından usulca uzaklaştı.

 

Ader’in başarısızlığı, “havadan daha ağır”ın başarılı sonuca varabilmesi için hafif makinenin yeterlj olmadığını, bu aracı kullanmayı bilmek de gerektiğini ispatlamıştır. Aracın itici bölümünde kusur yoktu; beygir başına 3 kilo gelmekteydi ki, bu gerçekten büyük bir başarıydı. Ancak, resmi deney için sınırlanan alanı geçmiş olsaydı bile pratik bir makine haline gelemeyecekti; aracın itici bölümünü başarıyla meydana getirmişti, ama aerodinamik bölümün sırrını keşfedememişti. Ader’in pilotluğu bilmediği kadar aracı da uçmayı bilmiyordu.

 

Bütün öncüler gibi Ader de bir makinenin uçabilmesi için kuşa benzemesi gerektiğini düşünmüştü. Buna inanıldığı için de leyleğin, akbabanın uçuşu inceleniyor, kanatları ve bunları nasıl kullandıkları gözlemleniyordu. Ama araştırmacılar tabiatı kılı kılına taklit etmenin söz konusu olamayacağını tahmin edebilmeliydiler. Hayvanların imkânları ayrıdır, insanınki ayrı. Onları inceleme, kopya etmeye varacaksa yararsızdı; tersine bunların işleme mekanizması anlaşıldıktan sonra insanın imkânlarıyla oranlanarak bir sonuca varmak gerekirdi.

 

Bunu böyle anlayıp araştırmalarını bu açıdan yapan ilk bilim adamı Alman Otto Lilienthal (1848-1896) oldu. Kendini bütün kalbiyle ve ruhuyla uçma sorununa verdi; bu sorunun bilgini, yapımcısı, akrobatı, fizyolojisti oldu. Kırk üç yaşında olduğu halde kanatlar takıp her seferinde biraz daha uzun uçuşlar yapmaktaydı. Aracı 4 m. kapsamlı ve 14 metrekare havayı kaplayan bir planördü. Yelkensi aracının ortasında durur, kendini bir tepeden aşağıya atar, havada mümkün olduğu kadar uzağa gidecek şekilde süzülmek için ne manevralar yapılacağını ve yükselen hava akımlarından yararlanma yöntemlerini araştırırdı. Yaptığı iş ölüme kafa tutmak değil, onu yudum yudum yenmekti. Ama hışmına gelmedi de değil; aracı 1896 yılında bir gün havada kırıldı ve Lilienthal hayatını bu serüvende kaybetti. Ama gelecek kuşaklara hazine değerinde bilgiler ve havacılığın doğmasına imkân hazırlayan gözlemler bıraktı. Bu hazineyi Fransız Ferber ve Amerikalı Chanute ve Langley buldular, değerlendirdiler ve yararlandılar.

 

Amerikalı mühendis Octave Chanute’ün (1832-1910) özelikle kayda değer katkıları oldu. Mouillard’ı tanımış ve Lilienthal’m deneylerini dikkatle izlemişti. Birinin teorik çalışmalarından yararlanıp ötekinin izinden gitmeye karar verdi. Kişisel deneyleri onu, Almanın planöründe değişiklikler yapmaya götürdü: Onun tek katlı kanadının yerine iki katlısını koydu ve bir de stabilizatör, yani doğrultuyu düzeltmeye yarayan bir kuyruk ekledi. Bu aracı sırtına alır ve hava kendisini kaldırsın diye bayır aşağı koşardı. 1897′de bu şekilde 109 m. uçmayı başardı.

 

Göğün fethi konusunun en ateşli aktüalite olduğu bu dönemde Chanute’ün kendisinin ve Lilienthal’in deneylerini anlatan kitabının yayımlanması kuşkusuz yankılar yaratmıştı ve bir yığın heyecanlı genç, Ader’in deyimiyle “uçucu” olma hevesine kapılmıştı. Bunlardan ikisi, Dayton’da (Ohio) bisiklet satıcılığı yapan otuz iki ve otuz sekiz yaşındaki Wilbur (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948) kardeşler oldu.

 

Wright kardeşler Chanute’ün deneylerinin izinden gitmek kararında olmakla birlikte apayrı bir yol izlediler. Acele işi bir yana bırakıp ağır ama emin adımlarla gitmeyi bildiler. Önce işi ayrıştırdılar ve güçlükleri tek tek bulup bunları gidermenin yollarını bulmaya çalıştılar. Araştırmalarına, çift kanatlı Chanute planörüyle başladılar (1889). Sonunda havaya daha iyi hâkim olabilmek için arka planda karın üstü yatmanın, stabilizatör kuyruğun yerine bir derinlik dümeni kullanmanın ve dümenin, gözlerinin önünde olması için öne yerleştirmenin daha iyi olacağını gördüler. Bundan başka geriye bir direksiyon dümeni eklediler, taşıma yüzeyini de genişlettiler. Kısacası Wrightlar ilkel uçurtmayı 1902′de, binden fazla deney ve uçmanın verdiği tecrübelerin sonucunda Lilienthal ve Chanute’ünküne kat kat üstün bir planör durumuna getirdiler.

 

1903′te Wrightlar yerden kesilmek için dıştan yardım almaya son vermeyi düşündüler ve bu amaçla araca bir motor takmaya karar verdiler. Bunun için de 20 beygirlik bir Fransız motoru aldılar. Yeni ‘uçak’ 17 Aralık 1903′te havalandı. En çok 260 metrelik uçuşlar yapabiliyor ve bu, o zamanlar binlerce kilometre aşan Conste Hation’un yanında hiçten öteye gideceğe benzemiyordu.

 

Ama bu gibi olumsuz düşünceler şu gerçeğin yanında saçmaydı: Havacılık doğmuştu. Gerekli iki önemli unsurun, hafif motor ve aerodinamik tekniğin, zamanla deneyler ve bilimsel çalışmalar ilerledikçe gelişeceği kesindi.

 

Wright kardeşler böyle sessiz sessiz çalışırlarken Avrupa da boş durmuyordu. Onun da mucitleri Lilienthal, Ader ve Chanute’un deneylerini, kendilerine özgü dehalarıyla devam ettiriyorlardı, izledikleri yöntem. Amerikalılarınkinden bambaşkaydı. Onların ağır ve emin adımlarla gitmelerine karşı, Avrupalılar çılgın bir cüretle ve “ya batar ya da çıkar” zihniyetiyle ilerlemekteydiler. Yüce olmasına yüce bir yöntemdi bu, ama hem insanca, hem paraca pahalıya mal oluyordu. Yüzbaşı Fernand Ferber (1862-1909), Mühendis Robert Esnault-Pelteri, Gabriel Voisin, ve Louis Breguet gibi teknisyenlerden başka bir yığın spor meraklısı ve çılgın amatör de işin peşindeydiler. Teknisyen, sanatçı, salon adamı olsun hepside Cyrano’nun ülkesine yaraşır zarif bir gözü peklik gösteriyordu ve halkın kulağı onlardaydı. Santos-Dumont, Henri Ferman, Louis Bleriot halkın heyecanını uyandırıyorlardı. Peki ya bilim? Bilim bu ampirik ve tehlikeli denemeler safhasını izleyecekti.

 

Bilindiği gibi, Wright kardeşler buluşlarını 1908′de Fransa’da açığa vurdular, ama o zaman Fransız uzmanlar onlara ulaşmış hatta geçmiş bulunuyorlardı. İlk uçak motorları hizmete girmişti bile; bunlar Leon Levavasseur’un (1863 -1922) V motorlu Antoinette ve Laurent Seguin’in ünlü rotatif Gnöme’uydu. Birkaç ay önce de teknisyen Paul Cornu’nün yaptığı ilk helikopter ve Breguet ile Fizyolojisi Charles Richet’nin ortak yapımları Gyroplane’ı (jiroplan) havalanmış bulunuyordu. Bunları da çok geçmeden 1910′da Marsilyalı mühendis Henri Fabre’ın hydravion’u (deniz uçağı) izleyecekti.


Çelik
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/celik.jpgİngiltere’de krallık emirnamelerince yasaklanmasına, Fransa’da Sorbonne’un şiddetle karşı çıkmasına rağmen, ormanlar tükendikçe taşkömürüyle ısınma yaygınlaşıyordu. Evlerden bir süre sonra fabrikalara da girmeye başladı.

 

Önce cam (1635), bira ve tuğla fabrikalarına girdi. Derken günün birinde, bir demir döküm fabrikası sahibi, “biz niye kullanmayalım?” diye düşündü. Bu kişi Dunley idi

 

Ne yazık ki, bu iş Dunley’in düşündüğü gibi kolay değildi. Yalnız odunkömürünün yerine taşkömürü kullanmakla demir elde edilemezdi. Önce demir cevherinin içindeki oksijeni yok etmek gerekiyordu. Odunkömürünün görevi maden cevherinden oksijeni alarak karbonikgaz yapmaktı; yani işlem sırasında odunkömürü ikili bir rol oynuyor, önce reaksiyona gerekli ısıyı sağlıyor, sonra da kimyasal madde olarak bu reaksiyona katılıyordu. Hatta demirin içinde eridiğinde üçüncü bir rol daha oynuyor, (yüzde 1,5′dan azsa) demiri “çelik”, (yüzde 3 ya 5 olursa) “döküm” haline getiriyordu.

 

Yerine doğrudan taşkömürü koymak neden mümkün değildi? Çünkü taşkömürü, odunkömürü gibi hemen hemen tam karbon değil, tersine oldukça katışık bir maddeydi. Taşkömürü ısı verici olmakla birlikte kimyasal madde olarak reaksiyona katılamazdı. Katılabilmesi için taşkömürünün karbona çevrilmesi gerekliydi.

 

Dunley bunun da çözüm yolunu buldu:Taşkömürünü damıtarak kok haline getirmek mümkündü. Yalnız bu buluşu, uygulama alanına sokan başka bir İngiliz aile, Darbyler oldu.

 

Abraham Darby (1677-1717), Dudley gibi Birmingham dolaylarında doğmuştu. Bu bölgenin hem demir, hem de madenkömürü bölgesi oluşuna dikkat etti. Dindar adam, bu durumun Tanrı buyruğu olduğuna, izlemesi gerekli yolu kendisine O’nun gösterdiğine inanıyordu. Böylece Dunley’in yarıda bırakmış olduğu işi ele aldı. İskoçya’ya giderek Coalbrookdale’de bir fabrika kurdu ve taşkömürünü kok haline getirmek için deneyler yapmaya başladı. 1709′da bu işi başarmasına başardı, ama ölümü buluşunu sanayileştirmesini engelledi.

 

Odun kullanmadan demiri ilk elde eden oğlu II. Abraham Darby oldu (1735). Olay İngiltere’de büyük yankılar yarattı.

 

Ülkede taşkömürü boldu, bu da artık istenildiği kadar kok kömürü elde edilebilir, yüksek fırınlara yutabildikleri kadar yakıt verilebilir demekti. Böylece demir ve çelik üretimi arttıkça artacaktı. Uygarlığın ve İngiltere’nin kaderini değiştirecek olan “çelik çağı” açılmıştı. Baba Abraham’ın, ölümünde yılda 600 ton döküm veren fabrikalarının, üretimi oğlunun ölümünde 10.000 tona, torunu zamanında da 15.000 tona yükseldi.

 

Ne var ki, büyük çapta üretim, Britanya sanayii için genellikle yapılan yermelerin bir kere daha tekrarlanmasına yol açtı. Üretim miktar bakımından yeterliydi, ama kalitesizdi. Elde edilen demir, maden köpüğüyle doluydu, dolayısıyla iyi kalite demire ihtiyaç görüldüğünde, oduna sadık kalan İsveç ya da Rusya’ya başvurmak gerekiyordu.

 

Bu durum, özellikle sert çeliğe ihtiyaçları olan araç imalatçılarını zor duruma sokmuştu. Gerçi Birtnguccio’dan (1540) beri ‘semantasyon’ yoluyla, yani demire karbon içirerek çelik yapmayı biliyorlardı, ama semantasyonlu çelik bile, sözgelişi saat zemberekleri imali gibi ince işler için, elverişsizdi

 

Sonunda sabrı tükenen bir saatçi kollan sıvadı ve istenen nitelikte çeliği imal etmeyi başardı. Bu, Doncasterli Benjamin Huntsman adında bir İngilizdi (1704-1776). Yüksek ısıya dayanabilecek büyük bir kabın içinde semantasyonlu çeliği koyup erittikten sonra, buna su verdi. Böyle eritilip su verilen çelik en ince araçları bile imal etmeye yarayacak nitelikteydi. Şunu da hemen ekleyelim; bu yolla ancak az miktarda çelik imal edebilirdi, dolayısıyla fiyatı da pahalı oluyordu. Çeliği tonlarla ısmarlamakta olan mühendisler, buluştan bu yüzden hoşnut kalmamışlardı. Sheffield Çelik Fabrikası da, Huntsman çeliğini çok sert olduğundan kullanmak istemedi.

 

Madem çelikte önemli olan karbon oranıydı; bu iki şekilde, ya karbonsuz demire karbon vermek ya da fazlasıyla karbonlu dökümden karbon çıkartmakla elde edilebilirdi. O güne kadar birinci yoldan gidilmişti. Ama bu yol ihtiyaçları karşılayacak miktarda çelik vermediğinden, ötekini denemek yerinde olacaktı. İngiliz madencisi Henry Cort da böyle düşünmüştü her halde. Dökümü karbonundan arıtmak için oksitleyici bir maddeyle karıştırıp kor haline gelinceye kadar ısıttı. Fazla karbonu böylece giderdiğinde, elde ettiği maddeyi, köpüğünden arıtmak için dövmekten başka iş kalmıyordu.

 

Cort’un fırınına “Uzun alevli fırın” ve kullandığı yönteme de “puddlage” (dökme demiri ocakta tavlama) adı verilir. Bu buluş sayesinde sanayiye yetecek miktarda iyi kalite çelik elde edilebiliyor; dolayısıyla Rusya ve İsveç’in tekeli kaldırılıyordu. Böylece İngiltere çelik piyasasına hâkim oldu. Ve gerek madeni, gerekse üretim yöntemiyle dünyaya kendini kabul ettirdi. İngilizler madencilikte dünyada rakipsiz duruma yükselmişlerdi.

 

Birçok ülkeler, İngiliz mühendislerini davet ediyor, kendi ülkelerinde demir fabrikaları kurmakla görevlendiriyorlardı. Madeni araç imali konusunda İngiliz mühendislerine baş vurulmaya başlandı. Fransa ve Almanya’da ilk yüksek fırını İngilizler kurdu. (1787). Buhar kazanlarını ‘monte’ edenler de onlar olduklarına göre, o dönemde İngilizler dünya sanayisini ellerinde bulunduruyorlardı, diyebiliriz.

 


 

ÇELİK ADİ BİR MADEN HALİNE GELİYOR

Çeliğin her bakımdan demire üstün olduğunu herkes takdir etmekteydi. Ama geçen yüzyılın ortalarında lüks bir maden durumundaydı. Sözgelişi, 1864′te Fransa, 1.213.000 ton dökme demir, 792.000 ton demir ve yalnız 41.000 ton çelik üretmekteydi. Bununla da sadece silah, bıçak, testere ve benzeri gereçler imal edilmekteydi. Semantasyon ya da eritme yoluyla olsun, imali güç ve pahalı oluyordu. Öyle ki, bu durumda çelik bir köprü inşa etmek söz konusu olamazdı.

 

O sıralarda Londra’da Henry Bessemer (1813-1898) adlı bir mucit yaşamaktaydı. Son derece verimli bir zekâya sahip olan bu kişi, çok çeşitli konularda başarılı çalışmalar yapmıştı; optik camlar ve kadife üzerinde basma konusunda yenilikler getirmiş, bir yazı makinesi, bir tulumba, kanatçıkları olan bir obüs imal ve dalgalardan sarsılmayan bir gemi inşa etmişti.

 

Bu son icadının III. Napolyon tarafından reddedilmesi üzerine (1855) atölyesine döndü ve başka araştırmalar yapmaya koyuldu. Madenciliği geliştirmeye karar verdi ve dökme demirin erimekte olduğu fırının başına geçip incelemelere girişti. Böylece, günün birinde sıvı halindeki dökme demirin üzerine esen soğuk havanın onu soğutacağı yerde ısıyı yükselttiğini hayretle gördü. Servetinin büyük bir bölümünü yutan bir dizi denemelerden sonra, bu oluşumun nedenini bulabildi. Hava akımı demirde bulunan karbon, silisyum ve manganez gibi öğeleri yakmaktaydı ve ısıyı yükselten işte bunların yanmasıydı. Kısacası dökme demirin karbonunu yakarak Huntsman yönteminden daha kolay ve daha fazla miktarda çelik elde edebilmekteydi.

 

Bessemer yöntemi yalındı: Eritilmiş dökme demiri soğuk bir toprak kaba dökmek ve üzerinden bir hava akımı geçirmek yeterliydi. Sanayi, buluşu hemen benimsedi, ama mucitin dediği kadar kolaylıkla uygulanamadığını fark eder etmez de

 

aynı çabuklukla itti. Bunun üzerine Bessemer kendisi bir çelik işletmesi kurdu ve Sheffield’deki fabrikasında bu yöntemi geliştirmek için ciddi çalışmalar yapmaya koyuldu. İki yılına ve servetinin kalan bölümüne mal oldu, ama sır bulunmuştu. Kulakları sağır edici horultular ve fışkıran alevler içinde çelik kusan, içi kil döşenmiş yirmi ton kapasiteli dev imbiklerle uygulanan konvertisör tekniği doğmuştu.

 

Unutmamak gerekir ki 1851′de İngiltere yalnızca 60.000 ton çelik imal etmişti. Bunu, 1880′de 1.320.000 tona 1890′da 3.637.000 tona (%45′i Bessemer yöntemiyle) yükseltti. Aynı yıl Fransa’da üretim 389.000 tona (%26 Bessemer); Almanya’da 1.613.000 tona (%16 Bessemer) ve A.B.D.’de 4.346.000 tona (%88 Bessemer) ulaştı.

 

Almanyada’ki %16 ile A.B.D.’deki %88 oranı arasındaki büyük fark nedeniyle okurlarımın aklına şu iki soru takılmıştır:

 

1) Neden bütün ülkeler üretimlerinin tamamı için Bessemer yöntemini benimsememişlerdi? 2) Neden çoğu yerde sadece yardımcı yöntem durumunda kalmaktaydı?

 

Bu, Bessemer yönteminin bile kendine göre sakıncalarının bulunmasından ileri geliyordu. Çelik büyük bir hızla elde ediliyordu; öyle ki, başındaki işçi madeni tam olarak hangi anda akıtması gerektiğini iyice belirleyemiyordu. Bir dakika önce akıtsa, dökme demirin çeliğe dönüşümü tam olmuyor, bir dakika sonra, demirin kendisi yanıyordu. Yani işlem süresinin çok kısa olması sonucu oluşumu ve madenin niteliğini kontrol etmek imkânsızdı. Öyle ki bu yöntemle mükemmel ve her işe elverişli bir maden elde edilemiyordu: Elde edilen, çelik raylar için uygun, buna karşılık araç imali için yetersizdi. Bu nedenle teknisyenler daha yavaş bir yöntem bulunamaz mı diye düşünmeye başladılar.

 

MODERN ÇELİĞİN SIRRINI BULAN ADAM

İlk çözüm şeklini getirenler Siemens kardeşler oldular. Siemensler yetenekli bir mühendis ailesiydi. Bunlardan Ernst’ten (1816-1892) telgraf konusunda söz etmiştik; ilerde de dinamonun icadındaki katkısına tanık olacağız. William (1823-1853) İngiltere’de bir su altı kablosu fabrikası kurmuştu. Onlara kardeşleri Frederich (1826-1904) ve elektronikte başarılı çalışmalar yapmış olan Ernst’in oğlu Wilhelm’i (1855-1919) de katmamız gerekir.

 

Fırını eden Frederich oldu ve bunu William uygulamaya koydu. Bu fırındaki gaz ocakları gazı ve havayı yakıyor, bu işlem ısıyı artırdığından hem yanar maddeden tasarruf ediliyor, hem de verim yükseliyordu. Bu yöntem daha önceleri cam sanayisinde kullanılmış ve yüksek fırınlar da uygulanmıştı. Fransız mühendisi Louis Le Chatelier (1815-1873) de dökme demiri eritmede kullanmayı denedi.

 

İlke iyiydi ama uygulaması güçlükler çıkarttı: Le Chatelier fırının içini döşemeye elverişli sertlikte tuğla bulamadı. Bununla birlikte girişimi küçük bir fırının sahibi olan Pierre-Emile Martin’in (1824-1915) dikkatini çekti. Maden mühendisi olan Martin, Bessemer’den farklı olarak birçok şeylere birden el atmaktansa, bir tek konunun üstüne eğilip onu derinliğine incelemekten hoşlanan bir insandı.

 

Babasının Fourchambault’daki atölyesinde yaptığı staj ve Sireuil (Charante) fabrikalarındaki tecrübeleri, Bessemer yönteminin kusurlarını meydana çıkarmasına yol açtı ve bunları nasıl giderebileceğini kendi kendine sordu.

 

Siemenslerin ve Le Chatelier’nin girişimleri ona yol gösterdi: Bütün iş, fırınların içini kaplamaya yarayacak uygun sertlikte bir madde bulmaktı. Martin, 1863′te Le Chatelier ve William Siemens’le bağlantı kurdu ve onların öğütleri uyarınca bir fırın inşa ettirdi. Ertesi yılın nisanında ilk çelik akmaya başladı. Bunda dökme demir, silisli tuğlalarla döşenmiş bir tabanın üzerine konmakta ve gaz ocaklarıyla ısıtılmaktaydı. Bu şekilde, karbondan arıtma işlemi ağırlaştırılmış olduğundan dilenen andan durdurmak mümkün oluyor, böylece istenen kıvamda çelik elde edilebiliyordu.

 

Beratı 1865′te alınan Martin yöntemlerinin pratik bir şekilde uygulanabilmesi için mucitin daha uzun zaman incelemeler yapması gerekti. Martin çalışmalarının ürünlerini alabilmiş ve başarısını gölgeleyen hiç bir sıkıntıyla karşılaşmamıştır Gerçekten, birçok madenciler Martin yönteminin üstünlüğünü takdir etmişler ve hemen uygulamaya koymuşlardı, ilk Sireuil’de uygulanan bu teknik hızla yayıldı ve fırınların kapasiteleri gittikçe artarak 200 tona vardı. Buna paralel olarak nitelik ve çeşitlerde de gelişme görüldü, öyle ki, bir süre sonra birçok ülkelerde Martin yöntemi Bessemer’i büsbütün ortadan kaldırdı.

 

1915′te Martin öldüğünde, Martin çeliği Fransa’da üretimin %34′ünü Almanya’da %35′ini, Amerika’da %66′sını, İngiltere’de %71′ini kapsamaktaydı. Bessemer’in ülkesi İngiltere’de bile 1948′de üretilen 12.987.000 ton çeliğin 14.877.000 tonu Martin yöntemiyle elde edilmekteydi.



ve Kumaş
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/dokuma_ve_kumas.jpg

 


Mekanik , ihtiyacın ürünüdür. İnsanın en önemli ihtiyacı da, önce yemek, sonra giyimdir. Bu nedenle de elbise yapımı her çağda insan uğraşılarının belli başlılarından biri olmuştur.

 

Bu alanda ilk kullanılan madde, ketendi. Keten kumaş, uzun süre ‘rakipsiz’, ‘kral kumaş’ sayıldı. Büyükannelerimizin sandıklarında bulunan elbiseleri hatırlamaya çalışmak, bunu kanıtlamaya yeter. Yün de onun kadar eskidir, denilebilir. Bununla birlikte merinos yünüyle imal edilenler ancak XVII. yüzyılda Fransa’da, sonra İngiltere’de yayıldı. Bu sıralarda pamuklu kumaşlar biliniyor, pamuk da Kuzey Amerika’da XVII. yüzyıldan beri ekiliyordu. Hatta zencilerin köle oluşlarının nedenini doğrudan pamuk plantasyonlarına bağlamak gerekir. Çünkü bu duruma yol açan etken. Güney Devletlerindeki pamuk ve şekerkamışı plantasyonlarında el emeğine duyulan şiddetli ihtiyaçtı.

 

Keten, yün ve pamuğa ipeği de eklemeliyiz. Yalnız ipek, herkesin kullanabileceği bir madde değildi; hayat düzeni ne kadar yükselirse yükselsin, ancak lüks maddesi olarak önem kazandı. İpek üretiminin en büyük merkezi, Lyon idi. Ancak Edit de Nantes’ın geri alınmasından sonra Protestanların çoğu başka ülkelere, özellikle İsviçre ve İngiltere’ye göç ettiklerinden, atölyelerini de oralara taşıdılar.

 

XVII. yüzyılda Fransa’da dokuma sanayii önde gidiyordu. Yeni kurulan modern bir orduya yüz binlerce üniforma yapımı dokuma sanayinin hızla gelişmesine yol açmıştı. 1685 te 1.500 işçi çalıştıran Van Robais Fabrikaları, 1720′de evde çalışan binlerce işçinin yanı sıra 1.8UO işçi çalıştırmaya başladı, İngiltere’de dokuma sanayinin önemi daha büyüktü. Yün işi ülkenin başlıca kazanç kaynağı olmuştu. (O kadar ki, Lordlar Kamarasının başkanı yün bir çuvalın üzerinde otururdu.)

 

Toplumsal ve ekonomik önemine rağmen kumaş imalâtının ortaçağdan o güne kadar büyük bir değişiklik geçirmemiş olması gerçekten anlaşılır gibi değil… İplik çokluk evlerde öreke ya da çıkrıkla eğirilirdi; hatta bu, yaşlı kızların geleneksel uğraşısıydı. iplik elde edildikten sonra da antik tezgâhlarda dokurlardı. Cilâlı Taş Çağı’ndan bu yana gerçekleştirilen tek yenilik, Leonardo da Vinci’nin icadı (1490), mekiğin kullanılmasıydı. Atkı ipliği, mekiğin içine yerleştirilmiş bir çubuğun üstüne sarılmaktaydı. Zincir iplikleri birbirlerinden uzaklaştıklarında, dokumacı açılan kanala bir uçtan mekiği sürer, öteki uçtan çekerdi. Zincir iplikleri yine birbirlerinden uzaklaşır, dokumacı çıkrığı yeniden atar, böylece sürüp giderdi.

 

Bu ‘ömür törpüsü’ işte, işçiler enikonu ustalık kazanmış olacaklar ki, bir işçi yılda yedi top kumaş imal edebiliyor, Van Robais Fabrikası bir partide 1200 top kumaş dokuyabiliyordu. Böylesine bir ustalık, kişisel yeteneklere dayandığından verim son derece düşüktü. Bu nedenle, kaliteden çok miktara önem veren İngilizler, üretimi hızlandırmanın yollarını aramaya koyuldular.

 

Bu yolu, 1733′te John Kay buldu (1704-1764). icat ettiği bir aygıt sayesinde kordonla hareket ettirilen mekik bir yuvanın içine giriyordu. Böylece mekik yalnız daha çabuk gidip gelmekle kalmıyor, (hızından ötürü “uçan mekik” deniyordu.) dokumacının bir elinin de serbest kalmasını sağlıyordu.

 

“Uçan mekiğin” icadı hemen kaygı verici bir sorun yarattı: Kumaşlar daha hızla dokunduğundan iplik kıtlığı başgösterdi. Bu defa da iplik bükme işi ağır gidiyordu, öreke ve çıkrığın yerine artık makine kullanmak zorunlu olmuştu. John Wyatt’ın öncülüğünü yaptığı böyle bir makine, 1738′de Alman Ludwig Paul tarafından geliştirildi. Wyatt icat etmenin zevkiyle yetinen alçak gönüllü bir insandı, yaptığı makine ilgi görmedi ama, 1767′de James Hargreaves buna bazı değişiklikler getirerek bir kişinin tek başına 120 iplik birden bükmesine elverişli bir makine yaptı ve buna kızı “Jenny”nin adını verdi. İşsiz kalmaktan korkan işçiler ‘Jenny’ye karşı çıkınca iflâs eden Hargreaves, fabrikasını kapatmak zorunda kaldı.

 

 


 

Bir başka mucitin, dokuma tarakları fabrikatörü Thomas Highs’in de durumu bundan daha parlak olmadı, icat ettiği dokuma makinesi, “wateroframe” (1768) elle değil de hidrolik çarkla işlemesi bakımından gerçek bir ilerleme kaydettiği halde başarı kazanamadı; ama hiç değilse küçük bir iplik imalcisi olan Samuel Crompton’un (1753-1827) dikkatini çekti. Crompton, Highs’in makinesinin bazı öğelerini Jenny’ninkiyle birleştirdi; böylece “Mııle Jenny” adiyle tanınan ‘melez’ bir makine ortaya çıktı (1774). Hayli alay ve kıskançtık konusu olmakla birlikte, aslında muslin dokumaya bile elverişli, ince ve sağlam iplikler eğiriyordu.

 

“Mule Jenny”nin yararlan öylesine ortadaydı ki, iplik imalatçıları benimsemek zorunda kaldılar. Ama kazancını başkası cebe indirdi…

 

Richard Arkwright (1732-1792) adlı açıkgöz bir iş adamı gittikçe artan kumaş talebi karşısında, öncekileri aşan mükemmellikte bir tezgâh imal etmeyi kafasına koydu. Böylece hem “Mule Jenny,” hem de “Waterframe”in özelliklerini birleştiren bir tezgâh çıktı ortaya. Arkwright hemen işe girişerek fabrikalar kurdu ve seri imalâta başladı. Sonunda kraldan soyluluk unvanı alacak kadar zengin oldu. XVIII. yüzyılın sonlarında halk, ona ulus çapında yüce zanaatçılardan biri gözüyle bakıyordu.

 

Arkwright öldüğünde, dokuma sanayii ters yönde yeni bir devrim geçirmekteydi. Bu defa da dokumacılar, fabrikalardan taşan ipliği tüketemeyecek kadar ağır çalışıyorlardı. İplikçiliğin hızını izleyebilmek için dokuma tezgâhlarının makineleşmesi zorunlu hale gelmişti. Uçan mekik bile şimdi kaplumbağa kadar yavaş geliyordu. Bu iş, içli şiirlerin yazarı, Edmond Cartwright adlı bir papazı (1743-1823) iyice sarmıştı. Sonunda bir çözüm yolu bulmadı da değil: El tezgâhının dört hareketini birleştirdi; Watt’ın sanayide yeni yeni kullanılmaya başlanan buharlı makinesiyle hareketini sağladı (1785). Cartwright yetenekli, iyi niyetli bir insandı. Bu nedenle olacak, Arkwright’ın tersine iflâs etti ve sonunda Parlamentonun ulusal armağan olarak 1809′da sunduğu parayı kabul etmek zorunda kaldı.





(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/mekanik_saat.jpg

Ve işte ortaçağ sonlarının üçüncü büyük icadı!

 

Seine kıyısında Adliye Sarayının kare kulesindeki saati bütün Parisliler tanırlar. Birçok kereler (son olarak 1849′da) onarılan bu , Fransa’da imal edilen saatlerin ilk örneğidir. X. yüzyıla kadar zamanı bilmenin en pratik yolu, su saatiydi. Suyun sürekli akıtılması esasına dayanan bu araç, zamanla süs kaygısıyla yerleştirilen birtakım mekanizmalarla karmaşık bir hal almıştı. Bunun en tipik örneğinin, 807 yılında Harun Resifin Charlemagne’a (Şarlman) armağan ettiği “” olduğu kesindir. Sürekli akan suyun belirli düzeylere gelmesi sonucunda her başı bir kapakçık açılmakta ve oradan dökülen bilyeler bir zilin üstüne düşmekteydi. On iki tane olan bu kapacıkların açılıp kapanmalarını birtakım zemberek ve yaylarla hareket edebilen “otomat”lar sağlamaktaydı.

 

Su saatinde, millerin ve otomotların suyu sürüklediğini gören biri, bunları sudan başka bir şeyi -sözgelişi antik kum saatlerindeki gibi kumu ya da sicime bağlı bir çakıl parçasını- itemez mi diye kendi kendine sordu. Bu fikir, ancak XIII. yüzyılda, Arşimet’ten beri iyice unutulmuş dişli çarkların ve tokmaklı zillerin kullanılmaya başlanmasından sonra uygulanmaya konulabildi.

 

İtici ağırlıkların düşmesini düzenlemek ve ölçülü hale sokmak için “karşılaşma çarkı” kullanılıyordu. O dönemde henüz sarkaç yoktu; bunu daha sonra, XVII. yüzyılda Huygens bulmuştur.

 

Bu makinelerden, daha doğrusu bu en ilkel saatlerden bize kadar gelenlerin en eskileri şunlardır: 1324′ten önce imal edilen Beauvais’deki saat ve 1348′den kalma Douvre’daki saat… Birincisinin ne kadranı vardı ne akrebi ne de yelkovanı; yalnız her saat başı çalardı. Kadranlı saatler, XIV. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktı. 1370′de Heinrich von Vic adlı Alman’ın imal ettiği Paris Adliye Sarayındaki saat, daha ilkel başka bir saatin yerine konmuştu. Yalnızca akrebi olan bu saatin, hem durmadan onarılması, hem de kurulması için birinin sürekli yanında beklemesi gerekiyordu. Bu tür saatlerin günde yarım saat geri kalmaları kutlanmaya değer bir başarı sayılıyordu.

 

Saatin kaç olduğu, ortaçağda kimsenin aldırış etmediği bir şeydi. Komşu manastırın saatleri günü yeterince bölümlüyordu. Manastırdakilere gelince, tören saatleri, gündüzleri ya güneş kadranı, ya su ya da kum saatiyle ve geceleri de yıldızlara göre ayarlanıyordu.

 

Artık mekanik saatçilik, yani itici ağırlıkların kullanılması gelişiyor ve eski yöntemlerin yerini alıyordu. Saatler değişik perdeli çan sistemleri ve hareketli sahnelen temsil eden süslemeleriyle anıtsal sanat eserleri halini aldı. 1352-1354′te inşa edilen Strasbourg katedralinin saatinde bir kadran, dişli çark sistemi ve saatte bir gelip Hazreti Meryem heykelinin önünde secde eden ayin alayı heykelcikleri vardı. Frankfurt ve Lund’un dev saatleri da aynı çağın eserleridir. Olağanüstü bir ustalık isteyen bu zanaatın merkezi, Nurenberg’di ve ilk özel saatler XIII. yüzyılın sonlarında burada imal edildi. O zamanın saatleri ancak önemli kişilerin sahip olabilecekleri pahalı şeylerdi. Ne var ki, çok geçmeden itici ağırlıkların yerini zembereğin almasıyla saatler hantallıktan kurtulup taşınabilir hale geldiler; böylece daha geniş halk yığınları saat kullanma imkânına kavuştu.

 

Şimdi mekanik saatin icadının uygarlık üzerinde yaptığı paha biçilmez etkilerden söz edelim: Gelişmekte olan sanayinin “yaklaşık” saate ‘tahammülü’ yoktu. Dakik çalışmak verimliliği her bakımdan artırıyordu. Ayrıca, kutsal hareketlerin dakikliği ancak o zaman daha iyi kavranabilirdi, Bu anlayış insanları, tabiat olaylarının belirli ve şaşmaz nedenlere bağlı oldukları düşüncesine götürdü. “Determinist” (gerekirci) akım, yani tabiat yasalarını matematik güçlerin yönettiği kanısı, başka bir deyişle bilimin temeli, bu gözleme dayanır.

 


Kağıt ve Basım
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/kagit.jpg

Ortaçağ, tekniğin doğuş çağıdır: Doğum uzun, güç ve acılı olmakla birlikte, sonları yaklaştıkça gelecek çağların uygarlığının temelini kuracak, en önemli üç icadın gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bunlar, ortaçağın uygarlığa başlıca katkıları ve önemli çıkış noktaları olmuştur. Bu noktalardan yapılan üç atılım, toplumu modern çağın eşiğine getirivermiştir.

 

Bu icatlardan birincisi, baskı dır. Gutenberg’den önce hazırlanmış bir kitaba bakarsak bu icadın önemini daha iyi kavrayabiliriz: Madenden, deriden ya da tahtadan yapılma iki levhanın arasına sıkıştırılmış kocaman bir şey… İçinde, papazların aylarca çalışarak, büyük bir sabır ve sanatla meydana getirdikleri bir teoloji ya da metafizik eserinin kopyası var. Görülüyor ki, kitap, o çağlarda pahalı bir lüks eşyasıdır. En büyük kitaplıklarda bile birkaç yüzden fazlasını bulmak imkânsızdır. Bunlardan birini Tıp Fakültesinden ödünç almak isteyen Kral XI. Louis bile gümüşlerini rehin bırakmak zorunda kalmıştı.

 

XIV. yüzyılın sonlarında, ansızın ortaya “Kylographie”ler çıkıverdi. Bunlar, üzerlerine desenler oyulmuş tahtadan levhalardır ve bu desenlerden birçok sayıda basılabilmektedir. Kaynağı ta uzaklarda, Çin’de olan, bu oyma desenli basma resimlerin bazıları 947 yılından günümüze kadar kalmıştır. Konu, titizlikle düzleştirilmiş bir levhaya işleniyor; sonra desen ya da yazının çevresindeki tahta çelik kalemle oyuluyor ve geriye kalan kabartma kısımlar iyice mürekkeplenip kağıda basılıyordu.

 

‘Bu tekniği Avrupa’ya getirenlerin Türkler ya da Ruslar olduğu sanılıyor. XV. yüzyılın başlarında, iyice yaygınlaşan bu yöntemle bir yandan kutsal resimlerin bolca dağılması sağlanırken öte yandan da oyun kâğıtları basılıyordu. Oyun kâğıtlarının kaynağı Hindistan olsa gerektir; bunlar, Avrupa’da görünür görünmez kumarbaz kitlesini hemen sarmıştı. Bunlar, tahta gravürlerle basımı sayesinde bollaşırca, fiyatları da büyük ölçüde düştü. Zamanla bu kâğıtların tek levhayla değil de, biri resmi, öteki yanındaki yazıları taşıyan iki levha kullanılarak basılması düşünüldü. Sonra yazıların satırlara, daha sonra da harflere bölünmesi akıl edildi. Bütün bu olgular zincirleme olarak birbirini izler yani birinden ötekine kolay geçilir sanılmamak; çünkü sadece hurufatı (basım harflerini) etmek yetmez, bunları çabuk basmayı sağlayacak sistemi de kurmak gerekir.

 

Baskının temel bulgusu olan hurufatın 1423′te gerçekleştirildiği, mucidinin de kilise adamlarından ve çağının en önemli “kylografi” basımevlerinden birinin sahibi Coster (1370-1440) olduğu sanılıyor. Tahtaya harfleri ilk oyan ve bunları kelimeler ve cümleler yapmak üzere bitiştiren de Coster olsa gerektir. 1440′dan çok önce bu yolla birçok kitaplarla Donatus’un “Latin Grameri”ni dizmiş ve basmıştır. Sanıldığına göre, gelecek kuşakların Gutenberg adiyle tanıyacakları Jean Gensfleich da onun çırakları arasındaydı. 1400′de Mayence’de doğan ve bir yargıcın oğlu olan Gutenberg, ailesinin yoksul düşmesi üzerine bir zanaata girmek zorunda kalınca kuyumculuğu seçmişti. Ama kısa süre sonra politikaya fazlaca karıştığından, ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara Coster’in yanında çalışmış olduğu ve baskının toplum hayatında büyük bir devrim açacağını, o çağlarda sezdiği, kuşku götürmez.

 

Gutenberg’i 1443-1444 yılları arasında Strasbourg’da görüyoruz. Harfleri tahtadan değil, dökümle meydana getiriyor; bir yandan da ketenyağı ve is karasıyla ilk baskı örneklerini hazırlıyordu. 1448′de, icadından yararlanmak ve para kazanmak üzere Mayence’e döndü. İki yıl sonra, zengin bir burjuvadan gerekli para yardımını sağlayarak Pierre Schaeffer’le birlikte işe koyuldu.

 

Böylece baskı tekniği doğmuş oluyordu. Mayence’deki küçük atölyede kurşun ve antimon bileşimi kullanılmaktaydı. Bundan böyle de dünyanın bütün dökümcüleri hurufat imalinde bu bileşimi kullanacaklardır. O dönemde el presiyle sayfanın iki yanına birden basılıyordu. Mizanpaj yönünden de belirli bir ilerleme görülmüştü.

 

Uzman tarihçiler, Gutenberg’in ilk bastığı eserin bir astronomi takvimi olduğunu kabul ederler (1447). Bastıklarının en tanınmışı, yalnız on iki tanesi günümüze kadar gelen, iki sütun 36 satır ve 1282 sayfalık “İncil”dir.

 

Gutenberg, 1467 ya da 1468′de öldüğünde, icadı baş döndürücü bir hızla yayılmaktaydı. Önce İtalya’yı fethetti; 1464′de Roma yakınındaki Subiaco’da; 1470′de de Roma’da ilk basımevleri kuruldu. 1469′da onu Paris’le Fransa izledi. Budapeşte ilk basımevine 1473′te, Oxford 1479′da kavuştular. Yüzyılın sonlarına doğru sayısız Avrupa şehirlerindeki atölyelerde her boyutta sayısız “İncil” basılmaktaydı.

 

İcat, tanıtılmış, kabul ettirilmişti; iş, bunu mükemmelleştirmeye kalıyordu. Büyük basımcılar sırayla sahneye girmeye başladılar: 1490′da Aide Manuce, Venedik’te 1504′te Henri Estienne, Paris’te; 1555′te Christophe Plantin Anvers’de; 1587′de Louis Elzevir, Leyde’de… Ancak Gutenberg’in kullandığı “gotik” harfler yerine 1464′te “romen” harfleri; 1500′de de “italik”ler kullanılmaya başlandı.

 

Bu büyük icadın paha biçilmez sonuçlarını sayıp dökmeye gerek var mı? İlk ağızda felsefe eserleri ve kutsal kitaplar yayımlanmış; ucuzluğu ve küçük hacmi yüzünden herkesin kitap sahibi olabilmesi, böylece her düzeyde ve zekâda insanın okuyabilmesi, eleştirebilmesi sağlanmıştı. Bu, insanı doruğa yükseltme amacını güden kendine özgü bir uygarlığın hareket noktası oldu.

 

 


 

KÂĞIT

 

Basım tekniği, cahillikle mücadelede ve uygarlık yolunda ilerlemede eşsiz bir silah oldu. Gutenberg’den kırk yıl sonra, Nurenberg’de yirmi dört preslik, yüz işçinin ve ayrıca ‘musahhih’lerle ciltçilerin çalıştığı bir basımevi kuruldu. Ancak, yeterli miktarda kâğıtla desteklenmemiş olsaydı, bu basımevi kurulamaz ya da devam edemezdi.

 

Az önce sözünü ettiğimiz ikinci büyük ilerleme, “kâğıt” tır. Kâğıt da Çin’den geliyordu ve yeni bir icat değildi.

 

Eskilerin yazı gereci olarak değişik maddeler denemiş olduklarını biliyoruz. Mısırlılar “Papirüs” adını verdikleri bir tür kamışın gövdesini kurdele gibi kesmişler; bunları bizim kontrplakları yapıştırdığımız gibi yapıştırarak uzun bantlar meydana getirmişler ve üzerlerine hiyeroglif (resim yazısı) yazmışlardı. Mezopotamyalılar da, kil tabletlerden yararlanırlar, bunların üzerine çivi yazısı yazarlardı. Çinliler, yazıya önce tahta levhaları oyarak başladılarsa da giderek kalemi bırakıp fırçayı tercih ettiler. Sonra, sanatçılara özgü bir incelikle ipekli kumaşlar üzerine “ideogram”lar (bir fikri harflerle değil resim ya da o düşünceyle ilgili işaretlerle yazma sistemi, ideograf: Bu resim ya da işaretlerden, biri.) çizmeye başladılar.

 

Çinlileri yazmak için başka bir madde aramaya yönelten, kullandıkları maddenin çok pahalı oluşuydu her halde. Öte yandan Uzak Doğu keçenin de vatanıdır ve keçe yapımı kumaştan önce başlamıştır, öyle ki, üstünde fırçayla yazı yazılmasına elverişli bir çeşit keçe imal etmeyi düşünmelerine şaşmamak gerekir. Görevine “Tarım Bakanlığı” diyebileceğimiz Tsay-Lun, 105 yılında bu alandaki araştırmalar” geniş çapta destekledi. İpek kalıntılarını lime lime ettirip suda bıraktırdı. Böylece, bir tür hamur elde edildi. Sonra bu sulu hamur, sepetten yapılmış bir kalburun içine konulup süzüldü. Kalburda kalan lifli madde, kâğıttı.

 

Tsay-Lun çalışmaları sürdürdü ve daha ucuz bir hammadde, sözgelişi bambu ya da incir ağacı denenmeye başlandı; kalbur da geliştirildi. Denemelerin gizli tutulması emredilmiş olmakla birlikte, bu teknik kısa sürede duyuldu. Bunun üzerine 751′de Çinli kâğıt işçileri tutuklanıp Semerkant’a sürgün edilince, orada hammaddesi keten ya da kenevir olan kâğıt imal etmeye başladılar. Bir çeyrek yüzyıl sonra, kâğıt tekniğinin sırrı Bağdat’ın, sonra da Şam’ın yolunu tuttu ve buralarda da kâğıt fabrikaları kuruldu. Araplar yoluyla yayılarak Fas’a ve 1145′te İspanya’ya vardı. Fransa’da ilk “kâğıt değirmeni” 1190′da Herault’da dönmeye başladı. Bunu ırmak boylarında (Auvergne, Troyes, Floransa) başka değirmenler izledi.

 

Avrupalılar, bu alanda büyük yenilikler getirdiler. Hamurlarını tahtadan değil, keten ve pamuklu kumaşları parça parça ederek elde ediyorlardı. Yazılarını fırçayla değil, kaz tüyüyle yazdıklarından, elde edilen kâğıdı -direncini çoğaltmak için- jelatine batırıyorlardı. Bir direnç sayesinde, Gutenberg maden hurufat pres kullanabilmişti.

 

Tabii kâğıt, hayvan derisinden yapılan ve çok pahalı olan parşömeni (bu kelime Bergama şehrinin adından gelmektedir. “Tirşe”de denilir. Bugünkü “parşömen kâğıdı” ile karıştırılmamalıdır.) hemen gözden düşürdü. Yeni sanayi, basımın yaygınlaşmasıyla ilerledi. Hem öylesine ilerledi ki, kısa zaman sonra hammadde sıkıntısı çekilmeye başlandı. Yün işe yaramadığından, mısır kutnusuna (öbür adı “dimi”. Sıkı dokunmuş bir çeşit pamuk bez.) başvurmak gerekti. Ancak öte yandan halkın bir kısmı zenginleştiğinden, çamaşır ihtiyacı da artmış; bu yüzden pamuklu kumaşta da büyük imalât artışı olmuştu. Moda, bilimin yaygınlaşmasına hizmet ediyordu…


Çömlekçilik ve
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/comlekcilik.jpg

Tarih öncesi toplumlarının gücünü sağlayan sanayilerden biri olan çömlekçiliğin gelişmesi de tekerlek sayesinde olmuştur.

 

Daha önce söylediğimiz gibi, seramik. Cilâlı Taş Çağı’nda biliniyordu. ‘Bu insanların killi toprağa elle biçim vererek meydana getirdikleri çanak-çömlekler, bugün arkeologlara, kazıların tarihlerini tespit etme imkânını vermektedir. Çömlekçi, hammaddesine elleriyle istediği biçimi verdikten sonra, bunu güneşte pişirirdi. Pişirme işlemini ateşte yapmayı ve iklim şartlarının etkisinden kurtarmak için kapalı yerde pişirmeyi, neden sonra düşünebildi. Böylece ilkel fırın doğmuş oluyordu.

 

İlk sanayinin eserleri kısa sürede Yakın Doğu’yu sardı; bunlar, boyalı desenlerle süslü Mezopotamya çanak-çömlekleri, çok güzel şekiller verilmiş ve üstleri mavi . yeşil sırla kaplı Mısır vazolarıdır. Ortak yönleri, her ikisinin de çok gözenekli olmalarıdır; ancak bunun pek sakıncası olmasa gerekti, çünkü bu kaplar sıvı değil, tahıl ve tohum koymaya yarıyordu Sümerler iki küpü birleştirerek, tabut olarak kullanmaktaydılar.

 

Günün birinde ‘aklı evvel’ bir zanaatçı, imal ettiği vazolara daha düzgün yuvarlak biçim verebilmek için dönen bir tepsi kullanmanın yerinde olacağını düşündü. Bu buluş, hangi tarihe rastlar? Tekerleğin icadından hemen sonraya diyebiliriz; çünkü, dönme’nin izlerine M.Ö 4.000 yıllarından kalma vazolarda bile rastlanmaktadır. Bu dönen tepsinin, başlangıçta zanaatçının elle çevirdiği tahta bir tekerlek olduğu kesinlikle kabul edilebilir Aynı eksene monte edilmiş, ayakla çevrilen bir “düzenteker” (Makinelerde devinim hızını düzgün tutmaya yarayan büyük çaplı çark.) biçimindeki tezgâh daha sonra bulunmuştur. Öte yandan birkaç taşla inşa edilmekte olan derme çatma ocaklar da yavaş yavaş gelişmiş; bacalı ve tuğladan yapılma fırınlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

 

Bugün Louvre Müzesinin ve British Museum’un Eski Sanatlar Bölümlerinin vitrinlerini dolduran sayısız çanak-.çömlekler, işte böyle doğdu. Buralarda şimdi, mavi sırlı Mısır fayanslarını, Perslerden kalma Sus şehrinde imal edilmiş renk renk panoları, İndüs’ün pembe çanaklarını. Kuzeydoğu Çin yapısı siyah hamurdan üç ayaklı vazoları ve inanılmaz zariflikte Girit vazolarını hayranlıkla seyrediyoruz. Aynı çağlarda Sarı Irmak boylarındaki Çinliler yeni bir hamur denemekteydiler. Bunu Kaolin’den (beyaz kil) elde ediyorlardı. Böylece, tertemiz bir işçilik ve eşsiz bir zarifliğe imkân veren “porselen” edilmiş oldu.

 

Bu çeşitli sanayilerin köşelerinde, kendi hallerinde geliştiklerini düşünmek, büyük bir hata olur. Mısır’ı, Ege adalarını, Mezopotamya’yı, Bülücistan’ı, İndüs vadisini ve hatta Sarı Irmak’ı kapsayan geniş bir ticaretin var olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu insanlar, gerek eşek, sonrada deve kervanlarıyla, gerekse akarsuların akışlarına uyarak, deniz kıyılarını izleyerek durmadan yolculuk ederlerdi. Yükleri de ,özellikle seramik eşyaydı. Buna tohum, parfüm, deri, kumaş, sanat eşyaları, mermer, fildişi ve hızla gelişmekte olan madenciliğin yarattığı yeni ihtiyaç maddeleri de eklenirdi.

 

 

 

M.Ö. 3.000 yılından başlayarak Giritliler, Mezopotamyalılar ve Mısırlılar hızla bakırın yerini almakta olan tuncu bol miktarda imal edebilmekteydiler. Yüzde 90 bakır ve yüzde 10 kalay karışımıyla elde edilen bu maden, yepyeni bir sanayinin hammaddesi olmuştu. Dökümcüler, madeni kalıplamadan önce, kalıba bir ‘çekirdek’ koyarak delik meydana getirmeyi biliyorlardı. Delik sayesinde mızrak, kılıç ve balta gibi araçlara tahta saplar geçiriliyordu. Bu silahlar, tahtanın madene perçin çivisiyle çakılmasıyla de imal edilmekteydi.

 

Bundan başka “halk sınıfları” için tunçtan süs eşyası da yapılıyordu, öyle ki, bu maden, kuyumculukta da önemli bir yer tutmaktaydı. Tunçtan küpe, yüzük, kolye, bilezik, taç gibi eşyalar Mısır ve ‘Mezopotamya’da özellikle aranan ticari mallardı. Louristan’daki kazılardan çıkarılan birçok kalıntılar, bu çeşit süslerin zırhlara, silahlara, atların üzengilerine ve gemlerine kadar yayıldığını göstermektedir.

 

Bununla birlikte, önemli kişiler bu ‘değersiz’ madene pek. ‘itibar’ etmemekte; pahalı süsleri tercih etmekteydiler. M.Ö. 3.000 yıllarında altının bilindiği bir gerçektir. Akarsularda saf olarak bulunabilen bu maden, parlaklığı, rengi ve işleme kolaylığı gibi niteliklerinden ötürü hemen kuyumculuğun en çok aranan maddesi haline gelivermişti. Çağımızdan beş bin yıl önce altın, Sümerlerde, bugün bizde olduğundan daha bol ve yaygındı. Gerçekten de bugün altın süs eşyasını Güney Amerikalı birkaç zenginden ya da bazı zenci boksörlerden başka, bir Ur kralcığı kadar kim takıp takıştırabilir?

 

1927′de Ur’da bir kral mezarı ortaya çıkaran Wooley’in, gördüğü manzara karşısında neden şaşkınlığa düştüğünü gözünüzde canlandırabilirsiniz: Hükümdar, mezarına bütün eviyle birlikte; yani, muhafızları, savaş arabası, seyisi, öküzü ve dokuz karısıyla gömülmüştü. Ayrıca ev eşyaları, altın ve bakır silahtar, gümüş ve altın sofra takımları, çeşitli mücevherler, altın kabzalı hançerler, iğneler, taçlar, küpeler, altından ve gümüşten yapılmış taşlı araba süsleri de mezara konmuştu.

 

Milattan otuz yüzyıl önce kilolarla altının kullanıldığı ve bu çeşit bir ‘israfa kuyumcuların sanat ve dehalarını dökmüş olmaları, insanlık tarihinin başlangıç çağının saltanatı üzerine yeterli bilgi vermektedir. Gerçekten de bu, Tutmosis, II. Ramses, l. ve II. Sargon gibi büyük ‘inşaatçı’ların göz kamaştırıcı saltanatlarına yaraşır bir dönem olmuştu.

 

Roma ve Atina’nın henüz birer kulübe topluluğu halin de bulunduğu sırada bu ‘haşmetli’ imparatorluklarda yüce uygarlıkların eserleri olan dev şehirler yer yer yükselmekteydi: Ege adalarında Knosos; Nil boyunda Teb; Fırat boyunda Babil; Dicle’de Ninova; İndüs üzerindeki olağanüstü şehir, Mohenjo-Daro… Dünyanın karanlığını boylu boyunca yaran parlak ışıklı bir yıldız dizişiydi sanki.


(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/termos.jpg

 

Tek sebebi var, vakum yani boşluk. Bir termosta iç içe geçmiş iki kap vardır. Dıştaki metal bir kap olup içteki genellikle bir cam şişedir. İkisinin arasındaki hava ise boşaltılmıştır. Tam olmasa da üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakın bir boşluk vardır.

 

Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından ısı ilet ilemez. Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır. İçerden dışarıya, dışardan içeriye ısı geçişi olmaz. Termosun içine kahve konulursa ısısı dışarı kaçamayacağı için kahve sıcak kalır, soğuk su koyarsanız dışarıdan içeriye ısı giremeyeceği için su ısınmaz, soğukluğunu muhafaza eder.

Vakumlu yani havasız ortamın izolasyon özelliği, 1643 yılından, Toricelli’nin bugünkü termometrelerin atası olan civalı barometreyi icadından beri biliniyordu. Ne var ki yaratılan vakumu muhafaza edebilecek, aynı zamanda da ısıyı iletmeyecek lastik türü malzemelerden o zamanlar kimsenin haberi yoktu.

 

 

 

Termos başlangıçta kahve veya soğuk suyun sıcaklığını muhafaza etmek için değil, bir laboratuar aleti olarak sıvı ve gazları muhafaza etmek amacı ile tasarlandı. İngiliz fizikçi Sir James Dewar, 1890′lı yıllardaki bu buluşunun patentini hiç bir zaman almadı ve bilimsel kuruluşlara bağışladı.

 

Dewar’ın Alman asistanı Reinhold Burger bu cihazdaki ticari geleceği iyi gördü ve 1903′de Almanya’da patentini aldı. Hatta ismi için ödüllü bir yarışma dahi açtı. Kazanan isim Yunanca ‘ısı’ anlamına gelen ‘Thermos’ oldu. Bu isim 1970 yılına kadar ticari bir marka olarak kaldı. Sonraları bu tip cihazların genel ismi olarak herkes tarafından kullanılması kabul edildi.

 

Termosun daha çok tanınmasını ve evlerde yaygın olarak kullanılmasını sağlayanlar kuzey ve güney kutbuna giden kaşifler, Everest’in tepesine çıkan dağcılar ve zeplin yolcuları oldu. Dünyanın bir ucuna giderken bile kahveyi sıcak tutabilen termosa karşı insanların güven duyguları arttı. Termos piknik çantasında unutulmaması gerekenlerin içinde en baştaki yerini aldı



(Keşifler ve Buluşlar)

 

Filmlerde görmüşsünüzdür. Aslında kulaklara zarar verebilecek kadar yüksek olan silah sesi, silahın ucuna takılan boru gibi çok basit bir madeni parça ile neredeyse işitilemeyecek kadar, çok düşük bir seviyeye indirilebilmektedir.

 

Gerçekten de susturucular silahın sesini çok aza indirirler ve de çok basit bir prensibe göre çalışırlar. Bir balon düşünün, bu balonu iğne ile patlattığınızda yüksek bir ses çıkar. Alt tarafı balonun içindeki basınçlı havayı boşaltmışsınızdır. Halbuki balonun ağzını çok az açarak basınçlı havanın yavaşça boşalmasını sağlarsanız, çok az bir ses çıkar.

 

Bir diğer örnek de şarap şişeleridir. Köpüklü şarap veya şampanya şişelerinin mantarları çıkartıldığında çok yüksek bir ses çıkmasına rağmen, normal bir şarabın mantarı çıkartıldığında az bir ses çıkar. Çünkü şampanya şişesinde mantarın arkasında sıkıştırılmış basınçlı gaz bulunmaktadır.

 

Her iki örnekte de görüldüğü gibi, kapalı bir yerde sıkıştırılmış bir gaz aniden küçük bir delikten salını verirse, ortaya bir patlama sesi çıkmaktadır. Gazın basıncı fonksiyonel olarak size gerekli olduğu için, bu sesi azaltmanın tek yolu boşalan gazın tek bir delikten değil de, daha büyük bir delikten boşalmasını sağlamaktır. İşte silah susturucularının arkasında yatan temel fikir budur.

 



Kurşunu silahtan atabilmek için, kurşunun arkasındaki barut ateşlenir. Ateşlenen barut çok yüksek basınçlı ve hacimli bir sıcak gaz ortaya çıkarır. Bu gazın basıncı kurşunu namluya doğru iter.

 

Kurşun mermiden çıktığında, bir şişenin mantarının çekilip çıkarıldığında oluşan sese benzer bir olay olur. Kurşunun arkasındaki yaklaşık santimetrekarede 200 kilogram olan basınç, şampanyanın mantarının patlatılmasında olduğu gibi, kurşunun mermiyi terk etmesiyle birlikte yüksek bir ses çıkmasına yol açar.

 

Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi, namludan 20-30 kat daha fazladır. Kurşunun arkasındaki sıkıştırılmış, basınçlı sıcak gaz anında buraya boşalır ve basıncı yaklaşık santimetrekarede 15 kilograma kadar düşer. Kurşun da namludan çıkarken arkasında şampanya örneğinde olduğu gibi basınçlı gaz olmadığından, normal bir şarap şişesi mantarı çıkarılıyormuş gibi, çok az bir ses çıkarır.

 

Makinesi
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/yalan_makinesi.jpg

Televizyondan veya gazetelerden, bizde pek olmasa da ABD’de polis sorgulamalarında gerektiğinde bir sanığın yalan makinesine bağlanarak, doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol edildiğini görmüş veya okumuşsunuzdur. Hatta ABD’de FBI veya CIA gibi çok önemli devlet görevlerine alınmaya aday memurlara da bu test uygulanmaktadır.

 

‘Polygraph’ denilen bir alet ile sanığa 4-6 adet sensör bağlanır. Bu sensörlerden gelen çeşitli sinyaller, dönmekte olan bir kağıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanığın,

 

o Nefes alış hızı.
o Nabzı.
o Kan basıncı (tansiyonu).
o Terleme miktarı.

kayda alınır. Bazı yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir.

 

testi başladığında, sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu şekilde sanığın verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra gerçek sorular sorulmaya başlanılır ve sinyaller kayda alınmaya devam edilir.

 

Test süresince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak, hangi sorularda sinyallerin değiştiğini tespit eder. Kalp atışının hızının artması, tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin belirtileridir. İyi eğitilmiş bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan söylendiğini derhal anlayabilir.

 

Her şeye rağmen, insanların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan, yalan söylerken farklı davranabildiklerinden, bu test mükemmele ulaşmış değildir, bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil kabul edilmez.




(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/kibrit.jpg

Kibrit 1809′da edildi; bu küçücük âlet, sadece uçlarından biri, içinde potasyum klorat bulunan bir karışıma batırılmış küçük bir kükürtlü tahta parçasından ibaretti. Tutuşturmak için yoğun sülfürik aside daldırmak gerekiyordu: bu da tehlikeli ve oyalayıcı bir işti.

 

Kullanılışı basit ilk kibrit 1831 yılında, Dole’de, on dokuz yaşındaki genç bir Fransız öğrencisi olan Charles Sauria tarafından geliştirildi: Sauria bu karışıma, en basit sürtünmeyle alev alıveren beyaz fosfor katmayı akıl etti. Daha sonra, İsveç’te, çakma yerine sürülen bir başka karışıma kırmızı fosfor (beyaz fosforun tersine, zehirli değildir) katıldı ve kibritin ucunda sadece potasyum klorat kaldı, böylece «İsveç» kibriti veya «güvenlik» kibriti doğdu.

 

Türkiye 1929′a kadar kibriti Avrupa’dan ithal ederdi; ilk fabrika İstanbul’da Büyükdere’de kuruldu (1932). Yirmi yıl devlet tekelinde tutulan kibrit yapımı işi 1952′de serbest bırakıldı ve bu tarihten sonra özel fabrikalar da kuruldu.




(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/tekerlek.jpg

Tabiatta hiç bir örneğine rastlanmadığı halde, bize son derece doğal gelen ve modern tekniğin ekseni olacak kadar önemli bir icadı, tekerleği de Güneybatı Asya’ya borçluyuz.

 

Elimize, tekerleğin hangi tarihte edildiğini gösterecek hiç bir belge geçmemiştir. Ancak bu aracın günümüze en eski çağlardan geldiği de kesindir. Amerikalı arkeolog Speiser, Gawra’da, M.Ö. 3.000-2.500 yıllarının kalıntılarında tekerleğe rastlanmış; İngiliz meslektaşı Woolley de Ur’da, M.Ö. 2.950 yıllarından kalma mezardan bir tekerlek çıkarmıştı. Ne gibi bir ihtiyacın bu icada yol açtığı kesinlikle bilinmiyor. General Frugier’nin ilginç ve inandırıcı varsayımına göre; Yontma Taş Çağı’ndan başlayarak insan, avladığı hayvanı, kaya parçaları gibi bazı şeyleri taşıma ihtiyacını duymuştur. Bu soruna çare ararken, kesilmiş bir ağacın yuvarlandığını, böylece taşımayı kolaylaştırdığını fark eden insanlar yüklerini iki ağaç kütüğünün üzerine koymayı akıl ettiler. İngiliz tarihçisi Maccurdy’ye göre; tekerleğin atası, tomar denilen silindir biçiminde durulmuş kağıt ya da deridir. Bu gelişmeyi kazılar da doğrulamaktadır. Yapılan kazılarda Sümer ülkelerinde, M.Ö. 3.000′den kalma kızaklar ve arabalar çıkartılmıştır.

 

Tekerleğin icadını hemen arabanın izlediği kesindir. Bir çift tekerleği dingille birleştirmek ve buna demirsiz bir saban oturtmak işten bile değildir. Gerçekten de, M.Ö. 3.000 yıllarının Sümer kalıntılarında rastlanan arabalar böyledir. Sürücüsü, iki tekerleğin arasına konmuş bir eyere, ata biner gibi otururdu. Bu taslak çabuk gelişerek dört tekerlekli bir araç oldu; fakat henüz ön tekerlekler sabitti.

 

Bu araca ilkin hangi hayvan koşulmuştu? Fransız arkeologu Georges Contenau’ya göre, yaban eşeği. O dönemde, bu bölgede at bilinmiyordu ve henüz sözünü etmediğimiz Türkler atı ehlileştirmişlerdir.

 

Ortaçağda önemli bir rol oynayacak olan bu ulus. Orta Asya, Doğu Sibirya ve Mançurya’da yaşamaktaydı. Henüz Yontma Taş Çağı’nda yaşayan bu göçebe halkın hayatı, Babil ve Mısır uygarlığının tam karşıtıydı. Ama onların buz gibi ve dümdüz steplerde uzanan ülkeleri. Yakın Doğu’nun güneşli ve serin vahasının da karşıtı değil miydi? Asyalı göçebe halkın hayatı, her çeşit yiyeceğe alışan bu yorulmaz hayvanın, atın sırtında geçiyordu. Onu gem’e alıştıran Türklerin Güneybatı Asya’ya akınları sonucunda, bu bölgede atı tanıdı, ilk uygarlıklar, insanlığın bu en soylu buluşunu, paha biçilmez armağanını onlardan aldılar.

 

Koşum kayışlarıyla arabaya bağlanan atla birlikte ilk savaş aracı da doğmuş oldu. Antik dünya, arabayı ve atları bu korkunç görünümüyle ilk defa tanıyordu. Sonra M.Ö. 2.000 yılında Mezopotamya’da görülen araba, giderek Sami ırkından Hiksosların akınıyla Mısır’a girince, Firavun’un ordusunda, 1917′de ilk müttefik tanklarının Alman askerleri üzerinde yarattığı paniğe benzer bir korku yarattı. Mısırlılar hayvan gücü olarak henüz öküz ve eşekten yararlanıyorlardı. Ancak tecrübeden çabuk ders almayı bildiler. istilâcıları ülkeden atar atmaz bu yeni savaş aracını kullanmaya başladılar. Öyle ki. Mısır tarihinin en parlak dönemi olan Yeni İmparatorluk’tan kalan belgeler, Firavun’u gelecek kuşaklara savaş arabasının üstünde, bir eliyle dizginleri tutar, ötekiyle de düşmanı yere serer biçimde gösterebilmiştir.

 

Bunu izleyen on yüzyıl boyunca, araba, savaş alanlarında fetih aracı olarak hizmet etti. Asurlular, M.Ö. 1.000 yıllarında bir sürücünün kullandığı, iki savaşçıyı çeken çift at koşulmuş arabaları sayesinde dünyaya egemen oldular. Asur’un ünlü kralları Surgon ve Assurbanipal birçok şehirleri, güçlü savaş makineleri halini alan arabalarıyla kuşattılar. Bu arabaların, tekerlekleri üzerine oturtulmuş ağır koçbaşlarıyla şehir kapılarına saldırdılar; savaşçılar kalkanlarının arkasına saklanarak kale duvarlarının üstüne yürüdüler. Ancak bu ağır “topçu gücü”nün yanı sıra yeni bir silahlı birlik daha meydana getirmişlerdi: Atlılar. Bir halı parçasının üzerinde oturan bu eyersiz ve üzengisiz Asur atlıları, İskender in fetihlerine yol açan öncüler oldular.

 

 


Mürekkep
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/murekkep.jpg

M.Ö 2,500 yıllarında bulunan Çin mürekkebi bir yana, Mısırlılar da aşağı yukarı aynı çağlarda mürekkep kullanıyorlardı. Asurlular, Mısırlılar, hatta Yunanlılardan kalma, pişirilmiş toprak levhalar veya taş üzerine yazılmış pek çok yazıt, günümüze kadar ulaştığı gibi, Mısırlıların yeraltı mezarlarında da, mürekkeple (siyah ve kırmızı) yazılmış papirüsler bulundu.

 

Bu elyazmalarında Calamus, hatta tüy kalem kullanıldığı sanılmaktadır. Balmumu tabletler ve kazı kalemi, Yunanlılar ile Romalılar için düşüncelerini yazı halinde ifade etmeye yarayan tek araç değildi; ayrıca mürekkep de kullandılar. Zaten Plinius, Marcus Vitrunius Polio ve Dicskorides`in eserlerinde mürekkep formülleri yer alır.

 

Eskiçağ’da sepi ali ve demir tannanlı mürekkepler biliniyordu. Bu mürekkeplerin, elyazmalarını kopya eden sanatçılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Bazı parşömenlerde, baş harflerin erguvan rengi (temel maddesi zencefre, cıva sülfür ve kantaşı) mürekkeple yazıldığı görülür.

 

Bizanslılarda kırmızı mürekkep (kutsal mürekkep), imparatorluk yazışmalarında kullanılırdı ancak 470 Fermanı’yla bu mürekkebin özel yazışmalarında kullanılması yasaklandı.

 

Ortaçağ elyazmalarında, altın ve gümüş yıldızlı çeşitli mürekkeplere rastlanılır. Bu çağda, siyah mürekkep yapımında, özellikle mazı urundan yararlanılırdı. Fakat bu yapım usulü çok ilkeldi ve mürekkep kalitesiz olduğu için, bugün elde bulunan yazmalar ya soluk ya tamamen renksizdir.

 

18. yüzyılda, mürekkep yapımında bir gelişme görüldü ve daha bilimsel usullere başvuruldu. Yeniçağ’da çok çeşitli ve renk renk mürekkepler ortaya çıktı. Daha sonra dolmakalem mürekkebi, kopya mürekkebi, marka mürekkebi; tipografi, litografi baskılarda kullanılan yağlı, altın, gümüş, bronz yıldızlı matbaa mürekkepleri yapıldı.

 

Türkler, 20. yüzyıla kadar, genellikle bezit yağının yakılmasından elde edilen bezir mürekkebini kullandılar. Siyah mürekkep ise, Musul mazısı, sirke, göztaşı ve temiz suyun kaynatılıp süzülmesinden sonra, içine biraz Arap zamkı katılmasıyla hazırlanılırdı.

 

Uzun süre, mürekkep yapım usûlleri gizli tutuldu. Her matbaacı, mürekkebini kendi yapıyordu. Ancak 1818 yılında Fransız matbaacısı Pierre Lorilleux, ilk mürekkep fabrikasını kurdu ve yaptığı mürekkepleri, diğer matbaalara satmaya başladı.

 

Görünmez Mürekkep

 

Savaş dönemlerinde, ajanların haber iletimi pek güvenli değildi. Açık yazılmış mektuplar okunabilir, şifreler çözülebilir, telefonlar dinlenebilirdi. Bu yüzden, gizli bilgi aktarmak isteyenler, her zaman görünmez mürekkeplere başvurmuşlardır.

 

Yazı mürekkebi, günümüzden 6,000 yıl kadar önce Mısır’da bulunduğuna göre gelişi güzel kimselerin okuyamadığı mürekkep de bu tarihlerde bulunmuş olabilir. Bizanslı Philomenes, meşe yazısından elde edilen bir gizli mürekkepten söz etmiştir. George Washington ile Kont Rumford, yazışmalarda bu mürekkebi kullanmışlardır. Bu mürekkebin okunur hale gelmesi için bir dizi kimyasal işlem yapılması gereklidir.



(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/bomba.JPG

Bomba çok eskiden bulunmuş bir silahtır. Romalıların bomba kullandığı biliniyor. Bombayı, düzenli ordular içinde, ilk kez kullanan ise, Fransızlar olmuştur (1427). İkinci Viyana Kuşatması’nda Avusturyalılar, 1808-1809 yıllarında da Napoleon orduları bomba kullandılar.

 

Havada atılan ilk bombalar ise, 1849 yılında, Avusturya ordusunda kullanıldı. Bunlar, sıcak hava balonlarına tutturulmuş, ağır ağır yanan tapalarla donanmış bombalardı. Avusturyalılar bu bombaları Venedik’e attılar. Bu ilk bombaların yaptığı hasar pek azdıysa da, Venedik ahalisini son derece korkutmaya yetti. Bombaları ilk kez uçaktan atanlar ise, İtalyanlar oldu. 1912 yılında, İtalyan pilotları Batı Trablus üzerine içleri nitrogliserin doldurulmuş kutular attılar. Aynı yıl, İspanyollar da, Faslılar’a karşı bomba kullandılar.

 

Osmanlılar da, 1877- 1878 seferinde, Şıpka ve Pievne savaşlarında, Ruslara karşı bomba kullanmışlardır. Bomba, Birinci Dünya Savaşı sırasında, geniş ölçüde kullanılmaya başlandı. Kurtuluş Savaşı sırasında ise, Türk işçilerinin yaptığı ve “Ankara Bombası” adı verilen bombanın büyük yararları görüldü. İkinci Dünya Savaşı’nda ise, bombalar çok geniş ölçüde kullanıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda, A.B.D. Hava Kuvvetleri, topu topu 125 ton bomba attığı halde, İkinci Dünya Savaşı’nda yalnız İngiltere üzerine 42.000 ton bomba atıldı.


Barut
(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/barut.jpg

Barut güherçile, kükürt ve kömür tozundan meydana gelmiş patlayıcı bir maddedir. Ateşli silahlarla mermiyi atmak için kullanılır. Çok kez, “karabarut” adıyla anılır. Barutun çok eski bîr tarihi vardır. M.Ö. 1000 yıllarında, Çinliler, ateşi bir savaş silahı olarak kullanırlardı. Gerek Doğu’da, gerekse Batı’da, alev ve ateşten savaşlarda da yararlanılıyordu. Özellikle Çin ordusunda, dehşet saçan savaş arabaları vardı ki, bunların görevi çömlek ve güllelerin içindeki ateşi düşman ordusuna atmaktı.

 

Batılılaın, ateşli silahları Doğululardan öğrendikleri sanılıyor. Ancak, tarihçi Home-ros’un (M.Ö. IX. yüzyıl) eserlerinde, ateşli silahlar üzerinde herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Peloppones Savaşları’nda (M.O. 428-424) içlerinde kömür, kükürt ve zift gibi yanıcı maddeler bulunan toprak kapların mancınıklarla atıldığı biliniyor. Ne var ki, bu yoldan çıkarılan yangınlar, üzerine toprak atmakla kolaylıkla söndürülebiliyor, büyük bir zarara yol açması önleniyordu.

 

Bunun sonucu olarak, daha etkili yanıcı maddeler aranmaya başlandı. Yanmak için gerekli oksijeni havadan değil de, kendi bünyesinden alabilen yanıcı maddeler en iyisiydi. Yani, ateşin üstü örtü ise bile, sondürülememeli, alevler çıkmaya devam etmeliydi. İşte böylece de, ateşli silahlardan patlayıcı silahlara geçilmiş oldu. Bu işte ilk olarak, güherçile kullanıldı. Güherçile, beyaz renkte, ince billurlar halinde bir maddedir. Kimyasal adı “potasyum azotat”tır.

 

Doğu’da, Çinliler, güherçileyi biliyorlardı. Abdullah adında Malaga’lı (İspanya’nın güneyi) bir Arap yazarı (1200 yılları), güherçileden söz ederken, “Çin karı” deyimini kullanmıştır. İranlı yazarlar ise, güherçileye “Hint karı” derlerdi. Böylece, güherçile, XIII. yüzyılın ortalarına doğru. Doğu’dan İslam ülkelerine geçti. Anlaşıldığına göre, Çinliler barut yapmayı biliyorlardı. Ancak, barutu, “maytap” ve “kestane fişeği” dediğimiz biçimde kullanmışlardır. Büyük İskender Hindistan’a gittiği sıralarda, barut Hindistan’da da biliniyordu. Marco Polo, Çin’e yaptığı uzun gezisinde, Çinli rahiplerin geceleri havada baruttu fişeklerle şenlikler yaptığını görmüştü.

 

Avrupa’da barutu ilk bulanın ise, Friburglu Berthold Schwartz (1318-1384) adında bir Alman rahip ve filozofu olduğu sanılıyor. Schwartz, Venediklilerin kullandıkları ilk topları dökmüş, bu toplarla gülleleri uzağa fırlatmak için de, baruttan yararlanmıştı. Ancak, kimi tarihçiler de, Avrupa’da barutun icadı şerefini, Roger Bacon (1224-1294) adındaki İngiliz bilginine verirler.

 

Avrupa’da, ateşli silahlarla barut, ilk kez XIII. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. XIV. yüzyılda da, barutun topçuluk alanında kullanılması geliştirilmiştir. Barutun, bugünkü anlamıyla, ilk olarak. İngilizlerle Fransızlar arasındaki Cressy Savaşı’nda (1346) kullanıldığı sanılıyor.

 

Kimya alanındaki ilerlemeler sonucunda, nitrosellüloz ve nitrogliserinin elde edilmesiyle, hafif dumanlı barutlar kullanılmaya başlanmıştır. Eskiden, barut çok miktarda duman yaptığı için, ateş eden topun yeri hemen belli oluyor, üstelik, bu, top namlusunün kalın bir is tabakasıyla örtülmesine de yol açıyordu. Paul Vieille adındaki Fransız mühendisi (1854-1934) dumansız barutu ettikten sonra İse, silahlarda yalnız bu çeşit barut kullanılmaya başlandı (1886). Bundan birkaç yıl sonra da, İsveçli kimyager Alfred Nobel (1833-1896) daha yüksek nitelikte patlayıcı bir madde olan nitrogliserinil barutu keşfetti. Zamanla, barut geliştirilerek, değişik silahlarda, istenilen biçimde kullanılabilecek duruma getirildi.

 

 



Barut Nasıl Elde Edilir?

 

Barutun karışımında, %70 – 80 potasyum nitrat (NOs), %12-20 odun kömürü, %3-14 de kükürt vardır. Bu karışımdaki potasyum nitrat, kömürle kükürtün yanması için gerekli olan oksijeni verir; kükürt de, barutun kolayca tutuşmasını sağlar ve yakılınca çok miktarda gaz çıkartır. Barutu meydana getiren maddelerden kömürün yanmasıyla, karbon dioksit (CO2), kükürtün yanmasıyla da, kükürt dioksit (SO2) gazları oluşur. Geriye, potasyum sülfat, potasyum karbonat, potasyum sülfür kalır ki, bunların gazları yüksek bir basınç meydana getirir. Bu basınç da, ateşli silahlarda, merminin ileriye fırlatılmasını sağlar.

 

Teknikteki ilerlemelere rağmen, barut, bugün de, pek az bir farkla, eskiden elde edildiği yollardan elde edilir: Karışımı meydana getiren maddeler, önce ayrı ayrı, sonra da bir arada öğütülerek, karıştırılır. Bu karışım, basınçla, hamur haline getirilir; sarsıntılı eleklerden geçirilerek, tozundan ayrılır. Bu işlemin sonunda, tane halinde barut elde edilmiş olur. Bu hamur, borulara basılarak, çubuk halinde barut haline getirilir; buna, “makarna barutu” adı verilir. Ayrıca, küp, prizma, vb. gibi biçimlerde kaplar kullanılarak, istenilen biçimde barut da elde edilebilir.

 

Bugün, karabarut, şistli killer, kaya tuzları gibi, ötekilere oranla yumuşakça kütlelerin atılmasında kullanılmaktadır. Çok duman çıkarttığından, askerlik alanında artık büyük bir önemi kalmamıştır. Bugün için, ateşli silahlarda, daha çok “dumansız barut”, daha doğru bir deyişle, “az dumanlı barut” kullanılmaktadır. Dumansız barut kolodyum, trinitro gliserin, trinitro tolüen gibi patlayıcı maddelerin karışımıdır.

 

Bugün, bu patlayıcı maddeleri yapabilmek için, çok miktarda potasyum nitrata ihtiyaç vardır. Oysa, bu madde, yeryüzünde pek az bulunur. Yalnız, Güney Amerika’da, And Dağları’nın denize bakan kıyılarında, kuşların bıraktığı gübreler, bu madde bakımından son derece zengindir. O dolaylarda, bu gübreyi temizleyecek kadar bol yağmur da yağmadığı İçin, “guana” adı verilen bu gübreler, uzun süre, bozulmadan kalabilir. Bu gübreler, genişliği 3 kilometre, uzunluğu 300 kilometre olan bir alanı kaplamış durumdadır. Gübre tabakasının kalınlığı da 1,5 metreyi bulur. İşte, bu çevre uzun süre, devletlerin barut yapması için gerekli olan ham maddeyi sağlamıştır.

 

Bütün devletler, Şili’den gübre satın almak zorunda kalmıştır. Yalnız Almanya, 1913 yılında, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, bu gübrelerden tam 750.000 ton satın almıştı. İngiltere de aynı miktar gübre almış ve bu iki ülke, bu maddelerden yaptıkları barutları birbirlerine karşı kullanmışlardı. Ancak, Almanlar, savaş sırasında, havadan aldıkları azotla, potasyum nitrat yapmayı başardılar. Böylece, barut yapımı için, Şili’deki gübreler yerine, bitmek tükenmek bilmeyen havadan yararlanılmaya başlandı.



(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/teleskop.jpg

Yeni gökyüzü görünümünün oluşmasında kesin rolü oynayacak olan adım, sadece uzmanlarca takdir gören astronomik hesapların geliştirilmesi çalışmaları değildir. Bunu sağlayan Güneş, Ay ve yıldızların daha yakından incelenebilmeleri için gökyüzü cisimlerini Yeryüzü’ne yaklaştıran ve herkesin yararlanabildiği bir fizik aracı olan teleskopun icadı oldu.

 

Büyük olasılıkla teleskop, bir bilimsel faaliyet ürünü olarak edilmiş değildir. Hollanda’da gözlük üretiminde ortaya çıkan bir yan üründür. Efsane, 1600 yıllarında bir çocuğun, Lippershey’in dükkanında, bir mercekten, vitrinde duran bir diğer merceğe baktığı ve bunun da dışardaki cisimleri daha yakın gösterdiğini farkettiği şeklindedir.

 

Teleskopun icadı için bir bilimsel dehanın gerekmemiş olması, aslında bu icadın zamanının da çoktan gelip geçmiş olduğunu göstermektedir. Teleskopa her zaman için ihtiyaç duyulmuştu ama gerçekleştirilebileceği düşünülmediğinden, bu alanda herhangi bir girişimde bulunulmamıştı.

 

Oysa bunu sağlayabilecek araç ve yollar aslında 300 yıldır ortadaydı. Ancak şans eseri icadına neden olan olay, 16. yy’ın artan zenginliği içinde, optik üretiminin de nicel bakımdan yoğunlaşması oldu.



(Keşifler ve Buluşlar)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/pusula.jpg

Karalar gözden kaybolduktan sonra, denizde artık deneysel kurallara dayanılarak yol bulmak ve bunu sürdürmek imkânsızdı. Bilimsel tekniğe baş vurmak zorunlu olmuştu. Gidilecek mesafe çok uzak oldu mu, dünyanın küresel yüzeyi düz bir planda gösterilemiyordu. Bu nedenle, gemiciler son çare olarak XVI. yüzyıla kadar kullanılacak “Yer yuvarlağı”na baş vurdular; artık geminin bulunduğu yer, enlem ve boylamlara göre belirlenmekteydi.

 

Bunun için de X. yüzyılda Araplardan gelme usturlaplar kullanılmakta; bunlarla yıldızların yükseltisi bulunarak kabaca bir enlem-boylam tayini yapılmaktaydı. Ne var ki, boylam hesaplarında birkaç dereceye varan hatalar yapıldığından, işler karışıyordu. Gemiciler, bu çocukluk çağındaki yöntemlerle kalmış olsalardı, kıyılardan uzaklaşmaya dünyada cesaret edemezlerdi. Ama neyse ki, ellerinde pusula vardı.

 

“Pusula”: İşte bir Çin icadı daha! Isın sülâlesi zamanında (265-419), Çinliler mıknatıslı bir iğne sayesinde “Güney”i belirleyebiliyorlardı. İğnenin bu özelliğinden yararlanmak için 424′te “Mıknatıslı arabalar” yapıldı. Bu arabalar, dikey bir eksen çevresinde dönen bir heykel taşımaktaydı. Heykel, içinde gizli bulunan bir mıknatısın etkisiyle hep güneye dönük dururdu.

 

Çinlilerin kendilerine mal ettikleri bu icadın gerçek mucitleri Normanlardır. Bunlar, 874′te İzlanda’yı fethetmişler; 932′de Grönland’ı keşfetmişler ve 1000 yılında -yani Kolomb’dan beş yüzyıl önce- Amerika’ya ayak basmışlardı. Pusulaya sahip olmasalardı, bu olağanüstü başarılara nasıl ulaşabilirler, açık denizlerde binlerce millik mesafeleri nasıl aşabilirler ve hareket ettikleri noktaya nasıl dönebilirlerdi?

 

Her neyse, Fransa’da pusuladan ilk olarak 1200′de söz edilmeye başlandı. Bunu, 1207′de İngiltere ve 1213′te İzlanda izledi. Pusulanın ilkel bir yapısı vardı o zamanlar. İlk önemli gelişmeyi gerçekleştiren Pierre de Maricourt oldu (1269). İğneyi bir mile geçirdikten sonra, bunu bir yanı saydam ve derecelenmiş bir kutunun içine yerleştirdi. Böylece gemicilerin pergeli halini alan bu gereç, artık onlara etkili bir rehber olabilecek; bilinmeyen denizlere açılmalarını ve büyük keşifler çağını açmalarını sağlayacaktı.

 


(
)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/daktilo.jpg

Daktilo, 19. yüzyılda Amerika’da bulundu. Daktilonun ilk örneklerine “tipograf” adı verilmişti. Tipograf 1829 yılında William Burt tarafından yapılmıştı. Bu makinenin birçok parçası tahtadandı. Harfleri bulabilmek için, yazı yazanın bir çerçeve üzerindeki kolu çevirmesi gerekiyordu. 1868 yıllarına doğru daha gelişmiş modeller yapıldı. İlk daktilo makinesini satın alanlar arasında yazar Mark Twain de vardı.


Atom Bombası
()

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/atom_bombasi.jpg

Atom bombasını ilk kez yapmayı başaran ABD, ilk atom bombasını 16 Temmuz 1945′te New Jersey eyaletindeki Alamogordo hava üssünde patlattı. Bu patlamada inanılmaz derecede kuvvetli bir ışık16 km uzaklardaki dağları bile aydınlattı. Ateşten bir top 12,000 metreye yükseldi.

 

İkinci Dünya Savaşı’nda, savaş amacıyla kullanılan ilk atom bombası, 6 Ağustos 1945′te ’da Hiroşima şehrine atıldı. Patlamada 66,000 kişi öldü, 69,000 kişi de yaralandı. Üç gün sonra Nagasaki’ye atılan atom bombası ise 37,000 kişiyi öldürdü, 40,000 kişiyi yaraladı.

 

Atom bombası patlatılınca, bir sarsma dalgası meydana gelir. Bu dalganın hızı ses hızından yüksektir. Atom bombası, genel olarak bu sarsma dalgasının etkisini artırmak için yerden yüksekte patlatılır. Bu dalga yere çarptıktan sonra yeniden yukarı doğru sıçrar. böylece aşağı doğru inip çıkan yeni sarsma dalgalarının oluşmasına yol açar.

 

Diğer yandan bombanın patladığı yerdeki hava ısınır; büyük bir hızla genişleyerek bir boşluk meydana getirir. Bu boşluğu doldurmak için hücum eden soğuk hava, şiddetli bir kasırgaya yol açar. Böylece atom bombası, iki yönden yakıcı, yıkıcı bir kuvvetle binaları devirir, canlıları öldürür.

 

 


(
)

http://resim.bilgicik.com/icatlar_ve_buluslar/takvim.jpg

Takvim Çeşitleri
(İstediğiniz takvimin adına dokunun.)

Zaman bölümleme sistemi. Yılın günlerini gösteren cetvel.

 

Geçen zamanı ölçmek için, hareketleri düzenli olan ve kolaylıkla gözlemlenebilen iki yıldızdan yararlanılır: bunlardan biri Ay, öteki Güneş’tir. Ay’ın 29,5 günde bir tekrarlanan ve l yılda 12 evreden oluşan bir hareketi vardır. Güneş ise, mevsimlere göre değişen bir yüksekliğe ulaşır ve hareketini 365 gün 6 saatte tamamlar. Bu nedenle de ay ve güneş takvimleri yapılmıştır.

 

Ay takviminde, Ay’ın evrelerini izleyen 29 ve 30 günlük almaşık 12 ay vardır; bu 12 ay, 354 günlük bir ay yılı oluşturur. Ancak bu yıl mevsimlerin ritmine uymaz (11 gün kısa). Güneş takviminde ise yıl, tersine, mevsimlerin ritmini izler, ancak aylar (30 ya da 31 günlük), Ay’ın evrelerine denk düşmez (l gün fazla).


JÜLYEN TAKVİMİ

 

M.Ö. 46′da Julius Sezar, astronomları, Güneş‘in hareketine tam anlamıyla uyabilen bir takvim yapmakla görevlendirdi. Güneş yılı işte o zaman 365 gün 6 saat olarak hesaplandı. «Jülyen» adı verilen bu takvim bu nedenle 365 günden, 4 yılda bir de 366 günden (artık yıl) oluşur.

 

Ancak bu takvim tam anlamıyla kusursuz bir takvim değildir. Yer, Güneş çevresindeki dolanımını 365 gün 5 saat 48 dakika ve 46 saniyede tamamlar. Şu halde Jülyen takvimi 11 dakika 14 saniye kadar uzundur. Bu fark ilk bakışta önemsiz gibi görünürse de her yıl tekrarlanınca 100 yılda 18 saatlik, 400 yılda da 3 günlük bir farka yol açar.

 

 




GREGORYEN TAKVİMİ (TAKVİMİ GARBİ)

 

XVI. yy. da, aradaki bu fark 10 güne ulaşmıştı (ilkbahar 21 yerine 11 martta başlıyordu). İşte bu nedenle papa Gregorius XIII, bu hatayı düzeltmek için 4 ekim 1582′den sonraki günün 15 ekim 1582 olmasına karar verdi. Ayrıca bu farkın yeniden oluşmasını önlemek için artık yılların dört yılda bir tekrarlanmasına karar verildi. Artık yıllar 00 ile biten yıllar dışındakilerdi. Böyle yıllar da 400′e bölünebilirlerse artık olabilirdi. Sözgelimi 1600 artık yıldı, 2000 de artık yıl olacaktır; ancak, 1700, 1800, 1900 yıllar artık sayılmadı. 400 yıldaki 3 günlük hata da böylece giderilmiş oldu. «Gregoryen» diye bilinen bu takvim bugün bütün dünyada kullanılmaktadır.

 

Yılın on iki ayı ve bu ayların gün sayısı şöyledir: ocak (31), şubat (28 veya 29), mart (31), nisan (30), mayıs (31), haziran (30), temmuz (31), ağustos (31), eylül (30), ekim (31), kasım (30), aralık (31). Yıl, her biri kavuşum ayının dörtte birine denk 52 haftaya bölünmüştür.

DİĞER TAKVİMLER

Birçok toplum resmî olarak Gregoryen takvimini kullanıyorsa da, dinî tarihler için daha eski ve geleneksel bir takvimden yararlanılır. Sözgelimi Müslümanların bir ay takvimi vardır; şu halde Müslüman takvimi yılı, Hıristiyan takviminin yılından 11 gün eksiktir. Müslüman takviminin birinci yılının ilk günü 16 temmuz 622′ye tekabül eder. O tarihte Hz. Muhammet Mekke’den Medine’ye Hicret etmiştir. Museviler ise, M.S. IV. yy.da, ayları (30 ve 29 günlük) Ay’ın hareketine göre hesaplanmış bir takvimi kullanmağa başladılar. 12 ay 354 gün tuttuğu için bu takvime zaman zaman bir 13′üncü ay eklenir.

 

TÜRK TAKVİMLERİ

 

Türkler İslâm dinini kabul etmeden önce, güneş yılına dayanan ve yılları sayıyla değil de hayvan adlarıyla belirtilen bir takvim kullanırlardı (on iki hayvanlı takvim). İslâmlığın kabulünden sonra hicrî-kamerî denen Müslüman takvimini (alaturka takvim de denir) benimsediler. Sonra Osmanlılarda Mahmut I zamanında hicrî takvimle birlikte rumî takvim de kullanılmağa başladı. Malî veya hicrî-şemsî takvim de denen bu takvim gene Hicret’ten başlatılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nde bunların hepsi bırakılarak Gregoryen esasına uygun miladî takvim benimsendi (26 aralık 1925).


 


 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol